22.12.2011

yeniden başla

Biraz da teşekkür etmek lazım dilekler yerine gelince…

Yeniden merhaba Duman


Teşekkürler…

10.12.2011

bu yüzden saçmalamam...

Gece 1:30 civarı apartmana girdiğimde, dışarıda yemek yiyen bir kedi gördüğümü sandım. Kapıyı açıp tekrar baktığımda, Duman’a benzeyen, ancak ona göre çok daha dağılmış ve korkak bir kedi gördüm. Bu herhalde o olamaz dedim, ama yüzü ve gözleri, daha soluk olmasına rağmen aynıydı.

Normalde koşarak içeri girdiği kapıdan bir süre girmek bile istemedi; daha doğrusu ben öyle olduğunu sandım, oysa ki içeri girecek gücü bile yokmuş. Zar zor adım atarak içeri girdi, apartmanın girişinde öylesine kalakaldı. Belli ki çok üşümüş, ıslanmış ve yorulmuştu.

Yanına yaklaştığımda normalde yaptığı sevinç tezahüratları yerine çıkardığı acı ve korku dolu sesi, sanırım çok uzun süre unutmayacağım. Daha önce bir kez beni bu kadar parçalayan bir ses çıkarmıştı, o da kuyruğu bir anlık da olsa asansör kapısına sıkıştığında. O anki duygularımın özeti tek kelimeyle korkuydu. Tabii ki şimdiki korkumun yanında o korku anlamsızmış.

Neredeyse her kararda olduğu gibi bu sefer de tek başıma karar veremedim ne yapacağıma ve, eve çıkarak annemi babamı uyandırdım, kedide ciddi bir problem olduğunu söyledim. Babamla hemen aşağı indik ancak kedi ortalıkta yoktu, ben direkt eve dönmeye hazırlanırken babam katlara tek tek bakmamızı önerdi. Ve birinci kata çıktığımızda, koridorun ortasında aynı korkak duruşa tekrar rastladık.

Babam yaklaşınca yine aynı sesi çıkardı Duman, ancak babam onu kucağına aldı ve eve getirdi. Evde su veya yemeğin yanına bile yaklaşmadı, kendini olduğu gibi yere bıraktı ve uyudu. Saat 2’de başlayan bu uyku, evin sevdiği yerlerinde, elbette o haliyle gidebildiği yakınlıkta olanlarda, devam etti.

Normalde kediyi duygusal olarak çok sevse de fiziksel olarak sevmeye çekinen annem, o halini görünce kendisine ‘küçük’ diye hitap etti ve sevmeye başladı, aynı ben ve babam gibi o da acı çektiğini anlamıştı Duman’ın.

Normalde çok sesli ve neşeli bir hayvanın o akşamki halini, özellikle yüzünü ve bakışlarını unutamayacağım; tarifsiz bir yorgunluk, acı çekme ve pes etmişlik.

Nefes alması da çok hızlanmıştı, tabii ki durumun ciddiyetini o zaman anlamadığım için diyaframının, organlarının akciğerine yüklendiğinin ve bu yüzden her nefesinin bir işkence olduğunu fark etmemiştim.

Uyumam mümkün olmadığı için ben de Duman’ın yanına yattım, patisini avucuma aldım ve sabaha kadar öyle bekledim. Yanında olduğumu ve güvende olduğunu hissetmesini, her şeyin yoluna gireceğini düşünmesini istedim. Ben öyle hissetmesem bile o öyle hissetsin istedim, çünkü belki de evde son kez uyuyacaktı, onda da rahat olsun istedim.

Sabah olduğunda, Duman uykusundan uyandığında, biraz hareket etmeye yeltendi, ama canının acıdığını hırıltılardan anlamak mümkündü. Dönmeye çalıştı, ama dönemeyince pes etti ve kendini bıraktı.

Veterinere götürmem gerektiği için kafesini getirdim; evden çıkacağını fark etti, hareket edip uzaklaşmaya çalıştı. O an, normalde onu kafesine sokmak için verdiğim uğraşları özledim. Kafese girdiğinde sadece bir kez itiraz sesi çıkardı, sonra da sustu. Her duygusu için defalarca ve ayrı ayrı ses çıkaran Duman’dan bu kez ses çıkmıyordu. Normalde kafeste götürürken içimi parçalayan itirazlarını duymamak daha da acı vericiydi.

Veterinerdeki işlemler sonunda durumunun ciddi olduğu ve kesinlikle ameliyat olması gerektiği, ama bu ameliyatın da çok riskli olduğu anlatıldı. Maddi konulara geçildiğinde ben zaten duygusal ve zihinsel olarak kopmaya başlamıştım ama, bozuntuya vermeden biraz daha konuştum. Gayet rahat ve güler yüzlü bir biçimde prosedürü onaylayıp iyi günler diledim ve veterinerden çıktım.

Veteriner kapısı kapanır kapanmaz önce gözlerim sonra da yanaklarımın ıslanmasına engel olamadım; zaten kendimi zor tutuyordum, saldım. Eve geldiğimde birkaç saat ağladım, sonra zorla bir şeyler yedim, sonra günün yorgunluğuyla bir süre uykuya bayıldım, uyandığımda da ağlamaya devam ettim.

Hayat çok acımasız gerçekten, şöyle ki; çok gençken dayımı, daha yakın zamanlarda da dedemi, babaannemi ve anneannemi kaybettim. Her birine ayrı ayrı çok üzülsem de, hiçbirinde bugün ağladığım kadar ağlamamıştım. Hayatın acımasız kısmı da bu bence, insan o kadar bencil ki, kaybına en çok üzüldüğü şey bir birey değil bir kedi olabiliyor. Açıkçası kaybettiğim diğer insanlara haksızlık yaptığımı hissediyorum ama, üzüntümü de durduramıyorum.

Ameliyat saati yaklaşmadan veterinere uğrayıp son işlemlere de onay verdim; o zamana kadar manyaklar gibi ağlamış olduğum için gözlerim kuzenimin tabiriyle ‘kurbağa göz’e dönüşmüştü. Zaten veterinere girdiğimde de ağlamamak için kendimi zor tuttum. Ameliyatı yapacak doktorla tanıştım, prosedürün 50 – 50 başarı oranı olduğunu söyledi. Orada da kendimi tuttum ama ameliyattan önce Duman’ı, belki de son kez, görmek istedim.

Daha yanına yaklaştığım an, sessiz bir biçimde ağlamaya başlamıştım bile. Biraz başını sevdim, biraz konuştum ama Duman zaten korku, çaresizlik, ve de verilen ağrı kesicinin sersemliğiyle pek de fark edilmeyecek bir haldeydi. Beni fark etti ama, bir tepki veremedi. Fiziksel ve duygusal olarak dağılsam bile, son görüşüm olma ihtimalim olduğu için, biraz daha durdum. Asistan veteriner bayanın elime sıkıştırdığı mendile teşekkür ederek odadan çıktım.

Yukarıda veteriner doktor iyi olup olmadığımı sordu, çok etkilendiğimi belirterek üzüldü. Daha sonra ameliyat için iyi şanslar dilememi istedi. İyi şanslar… Şansa da bağlıydı demek yaşam veya ölüm…

Eve döndüm ve ameliyatın sonucunu beklemeye başladım; beklediğim telefon geldiğinde çevreme gülümsedim, iyiyim, duyacağım her neyse duymaya hazırım havasında ama, hiç de hazır değildim. Doktor ameliyatın iyi geçtiğini, ancak ilk 24 saatin çok kritik olduğunu söyledi. Teşekkür ettim.

Şu an saat sabah 5:30; Duman önceki akşam 17:30’da ameliyata girmişti, demek ki yarısı bitti. En son duyduğumda, babam kapanmadan veterinere uğramıştı, Duman da anesteziden yavaş yavaş ayılıyordu, iyiydi yani.

Doktora Duman’ı görüp göremeyeceğimi sorunca, ameliyat öncesi etkilenmemi düşünerek, görmememin şimdilik daha iyi olacağını söyledi. Peki dedim.

Şu anki hissiyatım çok karışık; bir yandan devamlı dua ediyorum inşallah iyileşir diye, bir yandan da kendimi kötü ihtimale de hazırlamaya çalışıyorum; acaba gömer miyim, başka bir kedi alır mıyım, alırsam yavru mu alırım sokaktan mı alırım diye.

Ve de tüm bunlar, bunca duygu, bunca yazı, bunca gözyaşı, sadece 1 senedir hayatımda olan bir kedi için…

Hala umudum var gerçi, bu sonlardan kaçış yok ama biraz daha ertelemek istiyorum, bu seferlik, ilk seferlik, son seferlik...

Büyümek zormuş; yaş olarak değil, hayat olarak büyümek. Bir kediden başlayıp birçok insanı düşündüğümde, korkuyorum.

Küçük olmak, küçük kalmak, saçmalamak istiyorum.

Ve bunu isteyerek zaten saçmalıyorum…

9.12.2011

Duman

Geceden beri bir saniye bile uyku girmedi gözüme, son iki saattir ise kendimi durduramıyorum; sürekli ağlıyorum.

Nasıl bu kadar kısa sürede hayatımıza girdin, nasıl seni bu kadar sevdik, nasıl birden hayatımızdan çıkma ihtimalin oldu.

İnşallah herşey düzelir, içimdeki ses yanılır ve bir kez daha dört ayak üzerine düşersin…

9.11.2011

tomorrow..?



hergün herkese içimden sorduğum soru...

25.10.2011

Krallar

Her neyse beni bu kadar etkileyen, teşekkür ediyorum…

Kıyıda köşede kalmış kayıp notalar gibi, ilk ve son kez duyduğunuzda sizi ağlatan o şarkı her neyse…

Geldiği her yere kelebekler konduran, ölüme ölümle meydan okuyan o ışık her neyse…

Günlerdir görmediği mutluluğu gözlerinde biriktiren o duygu her neyse…

Kimse için söylenmemiş bir şeyi tek seferde söyleten her neyse…

Yazıldığında bir değil bin kere daha okunduğunda anlamını yitirmeyen o her neyse…

Teşekkür ediyorum.

Hepimiz krallarız bugün… hepimiz tanrıyız…

Hepimiz birer zindanız; hepimiz aydın…

Hepimiz her neysek oyuz…

Her neysek…

Her neyse…

19.09.2011

Sessiz Gemi

Hep başkalarının müzik videolarını paylaşacak değilim tabii ki; elbette ses ve görüntü bir klip kalitesinde olmasa da, stüdyodan bir canlı performans paylaşmak istedim.

Şarkı daha önce birçok yorumcu tarafından da okunmuş olan, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinin yabancı bir melodiyle bütünleşmiş hali; Sessiz Gemi. Normalde dinlediğimizden biraz daha tempolu bu yorum ama, bana sanki şarkının atmak istediği ritim buymuş gibi geldi.

Umarım beğenirsiniz…

16.09.2011

do you... do you.. do you...

Her yazının, şiirin veya şarkının, hatta cümlenin veya mısranın, ve hatta kelimenin her birey için etkisi ve izlenimi farklı. Birine çok etkileyici gelen bir söz, diğeri için sade, anlamsız veya özensiz gelebiliyor.

Bu gerçeği göze alarak, benim çok hoşuma giden bir şarkıyı paylaşmak istedim. Şarkıda şöyle diyor:

“Do you recall what made us fall, was there noise at all?”

Nedense benim çok hoşuma gitti bu söz, bizi düşüren neydi hatırlıyor musun, ve hiç ses çıkmış mıydı? Yani düşüşümüz her ne nedendendiyse ne kadar da önemsizmiş, ses bile çıkarmadı. Tabii bu önemsizlik sadece bireyler arasındaki anlamla ilgili de olmayabilir; hayatın geneli anlamındaki önemsizlik; ya onca ses arasında bu düşüşün sesinin duyulmaması, ya da düşüşün ses çıkaracak kadar bile etkili olmaması.

Sözü neden beğendiğimi tam anlatamadım, hatta kendim emin de değilim sözün ne anlama geldiğinden. Ama çok da önemi yok, hoşuma gitti, etkiledi beni, güzeldi.

İşbu şarkı:


13.09.2011

Artık futbol konuşacak..!

Ligin ilk haftasının bitmesiyle, uzun zamandır hasretini çektiğimiz futbol sezonunun başlangıcına bir göz atabilmiş olduk. Elbette ilk hafta yorum yapmak için erken ancak şimdiden söylenebilecek birkaç şey var.


Beşiktaş: Her ne kadar kadrosu iyi gözükse de, Eskişehir maçında çok net bir yenilgi aldı. Ruhtan, hırstan ve mücadeleden yoksun bir oyun sergiledi. Defanstaki zaaflar, özellikle senelerdir halledilemeyen sağ bek pozisyonunun da açık vermesiyle çok göze battı. İlerde ise takımın tamamen Quaresma ve biraz da Simao’ya endeksli olması, bu ikilinin performans düşüklüğünü de düşünürsel endişe verici bir durum. Bir de belli ki bu takımda Ernst 100% ilk 11 oynamalı, yoksa orta saha da kısa sürede oyundan düşüyor. Bu sene için çok ümitli değilim açıkçası; ilk 4’e girerse iyi.

Galatasaray: Aslında en kaliteli kadro bu takımda, ilk maçı kaybetmiş olsalar bile bence bu kadro iş yapar. Özellikle Felipo Melo ve Selçuk iyi anlaşmaya başlarsa, durdurulamaz duruma gelebilirler. Sercan ve Engin de form yakalarsa çok faydalı olurlar. Tabii ki Fatih Terim de başlı başına bir faktör. Bu sene bence şampiyonluğun en büyük adaylarından biri.

Fenerbahçe: Çok kan kaybetti dense de Alex oldukça bu takım ayakta durur; Volkan, Gökhan ve Emre oldukça da iş yapmaya devam eder. Yalnız bu seneki takımın şampiyon olan takımdan daha güçsüz olduğu da aşikar; belli ki tek farklı skor çok göreceğiz. Şampiyonluğa oynayabilir ama rakipleri çok güçlü, şansını az görüyorum. Bir de her maçta hem kendi hem karşıt taraftarların tepkisi çok yıpratıcı olacaktır.

Trabzonspor: İlk hafta berabere kaldı ama yanıltıcı olmasın, çok sağlam bir takım. Adrian ilk maçtaki performansını geri kalan haftalarda sürdürürse, diğer takımların korkulu rüyası olur. Zokora ve Volkan da Burak ve diğerleriyle iyi uyum sağlarsa, ofansif olarak cidden güçlü bir takım bizi bekliyor. En önemlisi ise, başlarında Şenol Güneş gibi hak ettiği değeri çok sonradan görmüş, müthiş bir teknik direktör var. Geçen sene olduğu gibi bu sene de haklı olarak çok iddialı.

Bursaspor: N'diaye ve Bangura transferleri gerçekten tam 12’den olmuş; özellikle N'diaye müthiş bir performans sergiledi, ve Bursa Kayserispor’u ilk maçta 3 - 0 gibi rahat bir şekilde yenmeyi bildi. Evet takım çok değişti ama Bursaspor hem başarıya alıştı, hem de kendine güveni sürdürülebilir başarılarla tazelendi. Galatasaray ve Trabzon ile birlikte şampiyonluğun en güçlü adayı.

Bu takımların dışında Eskişehirspor ve İstanbul Büyükşehir Belediye Spor güçlü kadroları ve yüksek formlarıyla üst sıraları zorlayabilir. Gaziantep ve Kayserispor da daha hızlanacaktır. Zaten bu sene ligde çok güçsüz bir takım yok, dolayısıyla her maç zor ve zevkli geçecek gibi gözüküyor.

Hayırlı olsun diyor, tüm takımlara başarılar diliyorum.


11.08.2011

Megrim

Magic the Gathering kart oyununda ‘Megrim’ adlı bir kart var; bu kart oyunda olduğu sürece oyuncu elindeki bir kartı dışarı attığı zaman hasar görüyor. Kartın altında da o evrenin kahramanlarından birinin sözü yazıyor: 

"acından kaçabilirsin, ama ondan önce sen yorulursun."


Bize acı verecek olaylardan kısa süreliğine de olsa kaçıp zihni rahatlatmak güzel bir fikir olsa da, eninde sonunda bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Ve o yüzleşme sonunda bir şeyleri bırakmak, bünyemizden, hayatımızdan dışarı atmak da insanın ruhuna hasar veriyor.

Ne kadar kaçılır, nasıl yüzleşilir, neler bırakılabilir…

Ne kadar rahatlatır, ne kadar acı verir…

Kişi hala tam mıdır...

27.06.2011

Muayenehaneme Dokunma

Babası doktor biri olarak elbette taraflı gelebilir yazdıklarım ama, Sağlık Bakanlığı'nın doktorların muayenehane açma ve sürdürme konusundaki yeni kanunları gerçekten hayatını bu işe adamış tüm doktorlara eziyet çektirmek ve haksızlık etmekten başka yeni birşey getirmiyor.

Bu farkındalıkla kurulmuş sosyal sitelerden biri de başlıkta adı geçen 'Muayenehaneme Dokunma':


Her türlü bilginin yanında yapılan aktivitelerden de haberdar olunabilecek, başarılı bir internet sitesi.

Evet ucu bana dokunmasa belki aklıma bile gelmezdi paylaşmak ama, bazen herkesin gerçeğine uyanmak için önce kendi gerçeğine uyanmak gerekiyor...


12.05.2011

Kartal kupayı..!

Şu veya bu takım şampiyon olmasın diye değil de, kendi takımının başarısı için heyecanlanarak maç izlemek gerçekten farklı bir duygu.

Bu sene ligdeki en kaliteli kadroya sahip olmasına rağmen istenen başarıyı elde edemeyen Beşiktaş’ın Ziraat Türkiye Kupası final mücadelesinde İstanbul Büyükşehir Belediyespor ile yaptığı maç, kalbimi sıkıştıracak kadar heyecanlıydı ve sonunda zaferle bitmesi elbette benim için çok sevindirici oldu.

Buradaki acı durum, çok uzun zamandır Beşiktaş’ın başarısı için heyecanlanmamıştım; keşke ligdeki şampiyonluk yarışında Beşiktaş da olsaydı da bu heyecanı her hafta yaşayabilseydim. Kısmetse seneye inşallah.

Burada elbette Ricardo Andrade Quaresma Bernardo yani kısaca Q7 için ayrıca bir şeyler söylemek istiyorum. Evet bencil oynuyor, vermesi gerektiğinden daha az pas veriyor ve bazen pozisyonları çok zorlayabiliyor. Ayrıca ara ara gereksiz şutlar da çekebiliyor. Hatta bazen sinirlerine hakim olamayıp kart görebiliyor. Bunların hepsini kabul ediyorum.

Bunun yanında kendisi, son yıllarda Beşiktaş forması altında izlediğim en yetenekli, hırslı ve takımı benimseyen futbolculardan biri. O kadar ki kendisini izlemek gerçekten büyük bir zevk. Hele ki bir de ‘trivela’ diye tabir edilen ayak dışı vuruş şekliyle attığı paslar ve goller gerçekten görsel bir şölen. Daha uzun yıllar Beşiktaş’ta forma giyer inşallah diyeceğim ama, gönlüm burada başarılı olup gelecek sene sonunda Avrupa’da daha büyük bir takıma gitmesinden yana, çünkü kabul etmek lazım ki kendisi uluslar arası bazda daha başarılı olacak takımlarda oynayacak kadar iyi ve bunu da hak ediyor. Yanlış anlaşılmasın, tabii ki kalırsa çok mutlu olurum, tabiri caizse tapıyorum futboluna ama, yine de gönlüm daha büyük başarılar kazanmasından yana.

Tüm Beşiktaş’lı futbolcuları tebrik ediyor, yurt içi ve yurt dışı başarılarının devamını diliyorum.


*resimler: http://www.bjk.com.tr

23.04.2011

Çocuklardık...


...parlak yıldızlardık o zaman.

25.03.2011

kalbim duruyor zamanı var

Özgün müzik konusunda kafamda soru işaretleri var; bir yandan bu müziği yapan yorumcuları, yorumlarını ve kendilerine has şarkılarını beğenirken, bir yandan da şarkılardaki siyasi öğeler ve bazı yorumcuların abartı yorumları yüzünden bu türden soğuya da biliyorum.

Gelgelelim, adını ilk kez duyduğum Düşbaz adlı grubun Bahar adlı şarkısını, ciddi olarak çok beğendim. Ezgi, düzenleme ve sözlerin hepsi birbirinden güzel, herhangi birinde bir hata veya eksik bulamıyorum. Klip içinse negatif bir yorum yapmaya gerek yok, belli ki düşük bütçeyle çekilmiş mütevazi bir klip, elbette animasyon anlamında günümüz standartlarında değil ama yine de iyi niyetli eforu görmezden gelemem, daha güzel kliplere inşallah.

Şarkının kendisi budur:


Şarkıyı birkaç kez dinledikten sonra bile sıkılmadan bir kez daha dinlemek istiyorum, o kadar beğendim yani şarkıyı. Garip bir naif hava var şarkıda, onu da güzel yansıtmışlar dinleyiciye. Anlatmak istediklerini yalın bir şekilde anlatmışlar, ve sonuçta başarılı bir çalışma ortaya çıkmış.

9.03.2011

Vampir Günlükleri

Hikayeleri, efsaneleri, doğa üstü güçleri ve imrenilecek lanetleri olan sonsuz yaşamları ile vampirler, her türlü sanat dalında yüzlerce kez yer almıştır. Bunlardan son zamanlarda elbette en popüler olanı Twilight Saga filmleri olsa da, vampirlerin daha güzel örnekler mevcut.

Örneğin Interview with the Vampire ve Bram Stoker’s Dracula vampirlerle ilgili çekilmiş çok iyi filmlerdi; tarihsel vampir mitlerine uygunlukları ve de vampirleri gerçekten hak ettikleri karizma ve gizemle işlemeleri bunun en büyük sebeplerinden biri, elbette 2 filmde de çok usta oyuncular olması bunların hepsini perçinledi. Ancak bu 2 örnek dışında, bence vampir konusunu güzel işleyen dizi veya film mevcut değil. Twilight serisi sığ bir aşk hikayesi olmaktan öteye gidemiyor, üstelik güneşte parlayan vampirler gibi saçma bir olgu getiriyor. Blade serisi iyi başlamış olmasına rağmen serinin devamının kalitesini yitirmesi serinin genel imajını da düşürdü. True Blood dizisi ise, kendini olduğundan daha derin, manalı ve felsefi göstermeye çalıştığı için, üstüne iki beden büyük bir gömlek giydirilmiş ortalama bir diziden öteye gidemiyor. Buffy the Vampire Slayer ve Angel dizilerinin çok seveni olsa da, bence onlar da ortalamanın üzerine çıkmakta zorlanıyorlar.

The CW TV’nin bir kitap serisinden yola çıkarak çektiği The Vampire Diaries, benim bu saydığım örnekler içinde en beğendiğim yapımlardan biri oldu. Diziyi tanımlamak gerekirse True Blood, Supernatural ve The O.C.’nin karışımı diyebiliriz, yani dizi çok orijinal değil. Ancak yine de bu harmanı çok usturuplu ve sürükleyici şekilde işlediği için dizi kendini izlettiriyor. Bunun birkaç basit sebebi var; öncelikle, dizi klasik vampir hikayelerine sağdık kalıyor, yani güneşte parlayan vampirler yok. Ayrıca dizi olduğundan fazlasını yapmaya çalışmıyor, gereksiz toplumsal mesajlar, aşırı derin olmaya çalışan karakterler yok. Elbette bir aşk hikayesi var, ancak o hikaye de güzel işlenmiş ve işler yüzyıllar öncesinden gelen detaylarla çok güzel karışıyor.

Dizinin bir önemli artısı da oyuncu kadrosu, genel olarak Ian Somerhalder dışında tanınan ve deneyimli oyuncular yok, en azından başrollerde. Başroldeki oyuncuların genç ama iyi oyuncular olması, ve yaş olarak da rollerine uyması önemli bir artı. Elbette yeni bir dizi olduğu için de özel efektler gayet başarılı kullanılmış.

Aslında bu yazdıklarımı okuduğumda, diziyi izlememiş birinin izlemek için bir sebep bulamayacağını görüyorum, çünkü dizi konu ve işleniş olarak ‘yeni’ değil. Dizinin asıl güzelliği, bilinen ve çok işlenen, ama kullanım kalitesi yapımdan yapıma değişen bir konuyu, çok kaliteli ve merak uyandırıcı şekilde işlemiş olması.

Diziye bir şans vermenizi öneririm, daha ilk bölümden kalitesini belli edecek ve kendisini izlettirecektir.


6.03.2011

Black Swan

Filmin bittiği anda bu yazıyı yazıyor olsaydım, genelde tek kelimeden oluşan cümleler kurardım: harika, mükemmel, olağanüstü, şaheser, inanılmaz, büyüleyici… Filmi izledikten birkaç saat sonra bu yazıyı yazarken de aslında aynı düşünceleri paylaşıyorum.

Bu senenin önemli filmlerden The Fighter, The Social Network, Inception ve Black Swan’ı izledim. The King’s Speech’i henüz izlemedim, izler miyim ona da emin değilim ama şuna eminim ki, sadece bu sene için değil, son yıllarda izlediğim en muhteşem film kesinlikle Black Swan.

Çok fazla yazmaya gerek yok, Natalie Portman insan üstü bir oyunculuk sergilemiş, aldığı Oscar ödülünü de sonuna kadar hak etmiş. Zaten filmin kadrosu onun dışında da çok sağlam: Winona Ryder, Vincent Cassel, Mila Kunis ve Barbara Hershey. Ancak bu isimler bile Portman’ın fantastik performansını desteklemekten öteye gidemiyor; Portman cidden akıl almaz derecede iyi oynamış. Filmi daha da büyüleyici hale getiren ise, filmin psikolojik gerilim şeklinde gelişmesi ve sonuna kadar da bu gerilimin artarak devam etmesi; böylece yalnızca bir balerinin azminin hikayesini değil, emeklerinin ruhuna yaşattığı travmaları da izlemiş oluyoruz. Filmin fragmanı aşağıda:


Bazı olaylardan etkilendikten sonra sarsılırız, silkeleniriz, titreriz, tüylerimiz diken diken olur. Bu film ise, tabiri caizse, ruhumu duvardan duvara vurup yere fırlattı ve öylece ortada bıraktı; silkinip kendime gelmem gerçekten de vaktimi aldı. Mecazi olarak değil, fiziksel olarak ağzım açıkta kaldı.

Uzun lafın kısası, ne olursa olsun izlenmeli.

10.02.2011

Terabithia habbesi... le le le...

Bridge to Terabithia, yani Terabithia köprüsü adlı filmi izlemeyenler bu yazıyı okumasın, veya okuyacaklarsa da bilsinler ki spoiler olacak, uyarmadı demeyin.

Filmin fragmanı budur:


Film yapımcılarına 2 çift lafım var: what the hell were you thinking (anlasınlar diye İngilizce yazıyorum). Yani o kadar enteresan ki, Narnia veya Harry Potter serileri gibi eğlenceli ve fantastik ama nihai olarak çocuklara yönelik macera filmi olarak tanıtılan bu film de, doğal olarak insanda izlerken de o beklentiyi bırakıyor.

Zaten filmin son yarım saatine kadar mutlu mesut izleyip, hayatın ne kadar güzel olduğunu veya en azından olabileceğini düşünüyorsunuz. Sonra… sonra işte o yarım saat geliyor.

Gerçekten… ne düşünüyordunuz? Tamam kabul, bir çocuk filminde birileri ölebilir. Bu ölen başrollerden de olabilir, o da tamam. Hatta bu ölen, filmin baş kahramanının aşık olduğu kız bile olabilir, hadi ona da tamam dedim. İyi de, filmdeki çocuk, aşık olduğu kızla zaman geçirmek yerine çocuk aklıyla beğendiği öğretmeniyle geziye gider, ve döndüğünde sevdiği kızın öldüğünü öğrenirse, filmin son bölümleri cenaze, ölüm derken Terabithia’dan çıkıp depresif diyarlara yolculuk ederse, ve çocuk da kızın yanında olamayıp bir nevi ölümünden dolayı hayatı boyunca suçluluk duyarsa, bu nasıl çocuk filmidir? Ben izlerken sonunda o kadar düğüm olmuştu ki boğazım ağlayamamıştım bile, uzun süre de toparlanamadım filmden sonra, deli misiniz be yapımcılar..!

Neyse… gerçekten dayanabilecekseniz izleyin, yoksa boş verin gitsin, üzmeyin kendinizi.

6.02.2011

Kara.. Kara.. Kara..

Türk sanat müziğini babamın yakın hayranlığından dolayı ortalamanın üstünde bildiğimi söyleyebilirim, genel olarak biraz yavaş ve depresif bulsam da çok sevdiğim hem yavaş hem hareketli birçok şarkı var.

Geçenlerde alaturka müzik çalan bir radyoda rastladığım bir şarkı ise, ilk kez duyduğum ve dinlediğim için dikkatimi çekti, çok da hoşuma gitti, paylaşayım istedim:


Emel Sayın’ın yorumunun dışında gençliğinde ne kadar güzel olduğunu gördüğümüz bu videoda şarkının tamamı yok ama zaten ana fikri, daha doğrusu bence en can alıcı kısmı, nakarat kısmı. Özellikle melodinin bir anda yavaşlayıp, sonra yeniden hızlanması güzel işlenmiş. Aynı şarkının bir başka güzel yorumunu İnci Çayırlı’dan, bir başka vasat yorumunu da Göksel’den dinleyebilirsiniz.

3.02.2011

O gün bugün şu gün...

Bugün kimsenin resmine dokunmadım; bir hoş da değilim, pişman da. Ayrıca o gün bugün de değil. Ama artık kısa cümleler değilse de daha küçük hayaller kuruyorsam, sebebi bugün. Tatillerim daha keyifsiz geçiyorsa, boş vakitlerimde canım sıkılıyorsa, düşünmekten kaçıyorsam, hafta sonu gelsin istemiyorsam, sebebi bugün. Daha olgunsam, yani daha az gülüyor, daha çok susuyor ve bunun hayatın gerçeği olduğunu kabul ediyorsam, sebebi bugün. Bir sürü dünüm rezil, bir sürü yarınım da heba olduysa, sebebi bugün. Bir şeylere inancım azaldıysa, hatta kendime inancım azaldıysa… evet… bugün.

Tarihte hiçbir önemi yok belki de bugünün. Zaten tarihi bir önemi de yok, benim doğduğum yıl ve sonrasından itibaren önem kazandı bugün, o da ben ve birkaç başka kişi için. Aslında benim için de artık önemli olmamalı ama… neyse.

İşin komiği, hiçbir şey de yaşanmadı bugün. Öncesinde bile neredeyse hiçbir şey yaşanmadı. Sanırım asıl sebep de o, yaşanmadığı için sebebi bugün.

Çok histerik olmaya gerek yok; çok sevdiğim bir gün olması gerekirken, hiç sevmediğim bir gün bugün. Bugün bile sevsem de bugünü sevmiyorum. Şımarık bir çocuk gibi de inatla sevmemeye devam edeceğim, en azından bir süre daha, bugünü.

"That day, what a marvelous mess, but noone thinks so..."

30.01.2011

Öyle olmuyor, böyle de olmuyor

N’olur sen de fazla üzülme
Hep kendi kendine yenilme

Bu konuda uzun uzun yazacaktım ama vazgeçtim, fazla söze gerek yok. Birileri ayrılıkla, yalnızlıkla, düşmekle ilgili bir şeyler yazacaksa, şu şekilde olsun: sade, naif, içten ve gerçekçi.

Ben de döndüm tekrar sana
Sönmek için yana yana

“Düştüysek kalkarız daha ölmedik ya, büyük yeminlerden vazgeçip dönmedik ya” gibi gereksiz derecede iddialı, klişe ve umursamaz sözler yazıldıkça, söyleyen Yonca Lodi gibi sevdiğim bir yorumcu olsa bile dinlemekten kaçınacağım.

Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan

Bu konuyu Ayça’yla da konuştuk aslında, bu şarkıyı neden bu kadar çok sevmediğimi, hatta alenen uyuz olduğumu ve nefret ettiğimi, o da bu kadar güçlü hislerle olmasa da katıldı bana; gerçekten yapay sözleri olan, içi boş bir şarkıdan başka bir şey değil.

Sana inandım koştum geldim
Dünde ne vardı unuttum geldim

Bu kadar. 2 - 3 mısra yeterli, şaşalı kelimelere, iddialı sözlere gerek yok. Bu kadar.

Uzaklara dalıp gitme
Gözlerin de dolmasın
Kimse böyle yalnız olmasın

28.01.2011

Beklenti

Aleni bir şekilde konuyu Aydın’ın en son blog yazısından (Gazoz) alıyorum ama, hayvanlara ve özellikle kedi ve köpeklere karşı sevgim gerçekten inanılmaz boyutlara ulaştı. Elbette en başta bu sevgi şirin görüntülerine, sizle oyun oynamalarına veya sizi karşılıksız sevmelerine karşı olsa da, onları daha iyi tanıdıkça sevmenin dışında hayrete düşüyor hatta inanamıyorsunuz.

Belki de benim en çok dikkatimi çeken, hiç bitmeyen merakları ve bu merakın getirdiği sonsuz heyecan ve bir şeyler keşfetmenin mutluluğu. Bu beni çok etkiliyor çünkü artık hiçbirimiz herhangi bir şey için bu heyecanın veya merakın üçte birini bile duymuyoruz. Yaptığımız çoğu şeyi yapmamız gerektiği, veya yapılması beklendiği için yapıyoruz. Gerçekten içimizden gelerek, bitmeyeni geçtim orta vade süren bir heyecanla yaptığımız bir şey bile varsa çok şanslıyız, ama o bile çoğumuzda yok. Bu aralar konuştuğum birden fazla arkadaşım hayatta neyi yapmayı sevdiklerini arıyorlarmış, belki de bu yüzden bu dikkatimi çekti.

Bir de yine hayvanların insanlara duyduğu karşılıksız güven ve hatta teslimiyet duygusu beni çok etkiliyor. Birçok eğitimde güven aktiviteleri çerçevesinde gözlerim kapalı yürümem, koşmam, şekil almam veya kendimi bırakmam gerekebiliyor ve bugüne kadar bunu bir kere bile yapamadım, ya bir şekilde görecek bir boşluk bırakıyorum, ya da direkt tırsıp fazla bir şey yapmıyorum. Hayvanların bize karşı duydukları tam güven hissi, yani bizden fiziksel veya ruhsal herhangi bir zarar görmeyeceklerine 100% emin olmaları, bence imrenilesi bir duygu.

Neyse çok uzatmadan, bunları düşünmemi sağlayan filme -Hachiko: A Dog's Story- bir bakalım:


Önceden uyarayım, çok duygusal hatta biraz da depresif bir hikaye, neşeli bir hayvan filmi kesinlikle değil.
Ancak bağlanmayı, sadakati, sevgiyi, hayatı ve ölümü, bir köpeğin gözünden ama aynı bir insanın hissinden anlatıyor. Hikaye de gerçek bir olaydan esinlenerek yazıldığı için daha da etkileyici olmuş film.

Elbette bu hislerimin güçlenmesinde, artık her gün evimizde olan ve kalıcı misafirliğe yaklaşan, apartmanın kedisi Duman’ın da etkisi büyük.

Andy Wilson: Hey. You know we love you, Hachi. We want you to stay here with us. If you have to go... that's okay too. Good-bye, Hachi.

8.01.2011

Her halinden apaçi belli o da...

Apaçilik bir yaşam tarzıdır. Derin bir felsefedir; anlaması zor, yaşaması daha da zordur. Kimse sonradan apaçi olamaz; içten gelir, doğuştan vardır. Emek ister, yürek ister, cesaret ister…

Kıvrak motiflerle bezenmiş göz alıcı ve kışkırtıcı bir dansı vardır; her isteyen yapamaz. Seneler süren antrenman, egzersiz ve çalışmalardan sonra ancak amatör olarak yapılabilir, ustalaşmak neredeyse imkansızdır.

Aşağıdaki videoda senelerin emeğiyle ustalık seviyesine erişmiş üstün apaçileri izleyebilirsiniz:

Timsah.com
Gıpta ettim, hatta imrendim, hatta kıskandım. Saygıyla önlerinde eğiliyorum.

Unutmayın: apaçi huzurdur, apaçi ilhamdır, apaçi candır..!

6.01.2011

Narnia Günlükleri

1898 doğumlu Clive Staples Lewis’in eseri olan ve sonuncusu 1956’da yayımlanan, yedi kitaptan oluşan Narnia Günlükleri serisi, kitaplarından çok filmleriyle olsa da beğeni kazanmış ve çağdaş fantezi türünü hem çocuklara hem de büyüklere başarılı bir şekilde yaşatmış bir eser. Bu serinin kitapları ise sırasıyla şu şekilde: The Magician’s Nephew, The Lion, the Witch and the Wardrobe, The Horse and His Boy, Prince Caspian, The Voyage of the Dawn Treader, The Silver Chair ve The Last Battle. Filmi çekilenler ise 2., 4. ve 5. kitaplar. Filmlerin fragmanlarını aşağıda bulabilirsiniz:




Birkaç gün önce 3. filmi de seyredip seriyi -en azından şimdilik- bitirdikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki fantezi sürünü seven herkes bu filmleri izlemeli; hem oyunculuk, hem senaryonun ekrana yansıtılması, hem de görsel efekt konusunda 3 film de çok başarılı. Türk izleyicileri için enteresan birkaç detay da var; örneğin serideki iyi tarafın en güçlü varlığı olan, Liam Neeson’ın seslendirdiği aslanın ismi de Aslan; anlamsız bir detay gibi gözükse de aslında izlerken insanın hoşuna gidiyor. Ayrıca ilk filmde kendisine istediğini yiyebilme dileği sunulan çocuğun “Turkish delight” (lokum) şeklinde cevap vermesi de ayrı bir güzellik.

Elbette bir Yüzüklerin Efendisi üçlemesi olmasa da, biraz daha hafif ve esprili, ama alabildiğine fantastik bu 3 güzel filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

“When Aslan bares his teeth, winter meets its death” - Peter Pevensie