31.12.2009

İyi seneler...

2009’a baktığımda gördüğüm güzel şeyler kadar hatırladığım bir o kadar da hoş olmayan anı var. Kısacası çok parlak geçmedi benim için 2009. Ha 2008 ne kadar güzeldi derseniz, ona da çok yorum yapamayacağım.

Acaba zaman geçtikçe ve biz büyüdükçe, seneler de daha renksiz ve daha nahoş olaylarla mı dolu geçmeye başlıyor, henüz emin olamasam da sanırım hayatta öyle bir döneme giriyorum yavaş yavaş. Çeyrek asırlık bu kısa serüvenin özetinde çok güzel geçmiş birçok zaman var, ama sonlara doğru gittikçe azalıyor bu zamanlar.

Biraz çok vermenin yorgunluğu, biraz beklentilerin gerçekleşmemesinin kırıklığı, biraz da hayatın istediğim kadar anlamlı olmamasının yarattığı burukluk. Belki de bunları çok yeni görmeye ve yaşamaya başladığım içindir son zamanların pek de parlak geçmemesi. Elbette buna da alışır insan, o ayrı, ama hala içimdeki çocuk buna inanmak istemiyor; hayat nihai ve ebediyen güzel olsun istiyor.

Tabii ki pek gerçekçi değil bu istek, hatta hiç değil. Hayatın genel bir mutluluktan ziyade mutlu olan anları yaşamak için geçirmek zorunda olduğumuz vasat zamanlardan oluştuğunu görmek lazım belki de. Dediğim gibi emin değilim böyle mi gerçekten ama, hem içimden bir ses, hem de çevremde gördüklerim, çok da fazla aksini kanıtlayamıyor.

“Ben hayatı seviyorum ama hayat beni sevmiyor...”

Böyle hissettirdi bana 2009 ara ara, umarım 2010’la gelen günler daha güzel olur.

Herkese iyi seneler...

20.12.2009

Herkes İncinir

Elimden en ufak birşey gelmiyor artık
Verdiğimin yarısını alabilseydim
Eldekiyle bilmiyorum yetinmeyi de
Rezil oldum zihnimin zindan köşesinde

Yıkımıyla tükenen fırtınalar gibi
Başladığı anda bitiyor bütün aşklar
O anda düşünmenin de yok bir faydası
Delik deşik kalplerin ruhtaki imzası
Yangının değil yananlarındır sancısı

Herşeyde bir hayır vardır demek çok kolay
Ustalaşmak zorunlu sanki acılarda
Resimleri yırtıp atmak lazım belki de
Temizlemek gerek ruhu aralıklarla
Sevmenin de fazlası zararlı bu kalbe

6.12.2009

Hayat Yeniler (mi?) Bizleri

Uzun zamandan sonra ilk kez güzel bir haftasonu geçirdim. Cuma akşamı yüksek lisanstan, cumartesi akşamı da liseden arkadaşlarla doğumgünü + askere uğurlama fasıllarını tamamlarken, şunu fark etmeden geçemedim. İnsanı mutlu yapan, sevinçle yaşamasını sağlayan, aldığı eğitim, çalıştığı iş veya kazandığı para değil; yanındaki ve çevresindeki insanlar.

Daha önce de bahsetmiştim sanırım, Candan Erçetin’in ‘Canı Sağ Olsun’ şarkısını çok seviyorum (http://fizy.com/s/13mb0q). Bu şarkıda geçen bir mısra, benim hayat felsefemi çok net bir şekilde anlatıyor: “Bu dünyaya sevmeye geldim, eşi dostu görmeye geldim”. Kesinlikle abartmadan, veya felsefe yapmadan söyleyebilirim ki, hayatta, ya da en azımdan benim hayatımda, bundan daha önemli ve değerli bir amaç yok. Sevdiğim insanlarla geçirdiğim zamanı hiçbir şeye değişmem, ve bence hayatta hiçbirşey o zamanlardan daha değerli değil.

Elbette benim bunu bu kadar rahat söyleyebilmemde, ailemin çabalarıyla oluşan yeterli maddi durumumuzun ve de dolayısıyla herhangi bir materyal sorunumun olmaması büyük etken. Bu yüzdendir ki her gün bulunduğum duruma şükrediyor, ve daha fazlasını istemek yerine belli bir yere kadar elimdekilerle yetinmeye çalışıyorum. Gün gelebilir ve hayatın sorumlulukları sevdiklerimle geçirmek istediğim zamanın önüne geçebilir, bunun da farkındayım. Bu yüzden, şu anda elimde onlarla geçirecek zamanım varken, bunu sonuna kadar kullanmaya çalışıyorum.

İyileşmek de bir süreç herşey gibi, ve de bulunduğunuz negatif manevi durumun belki de en etkili çözümü sevdiklerinizle vakit geçirmek. Hiçbir şeyin iyi gitmediğini, hayatın berbat olduğunu, yaşamanızın bir değeri ve amacı olmadığını düşündüğünüz zamanlarda bile sevdikleriniz yanınızda olduğu sürece bir şekilde düştüğünüz yerden kalkıp yolunuza devam edebiliyorsunuz.

Ama şunu da unutmamak lazım, her düştüğümde nasılsa elimden tutup beni kaldıracak birileri olur deyip kendiniz hakkında, veya kendiniz adına birşey yapmazsanız, sonunda yine düşmeye mahkum olursunuz. Ve de bu düşmeler sürecinde sevdiklerinizin de her zaman yanınızda olacağının bir garantisi yok. Bu yüzden, hemen düştükten sonra olmasa bile, toparlanıp ayağa kalktığınız zaman, neden düştüm diye durup düşünmeniz lazım. Düşünmeliyiz ki, bir daha aynı sebeplerden tekrar düşmeyelim, veya düşsek bile, eskisi kadar yıkıcı incinmeyelim.

1.12.2009

Gerçek Canavarlar

Çocukken bir kabus gördükten sonra ağlayarak veya çığlık atarak uyandığım çok zamanlar olmuştu. O kabusların içeriğinde genel olarak izlediğim çizgi film veya oynadığım oyunlardaki yaratık ve canavarların bir şekilde bana veya sevdiklerime zarar vermesi olurdu. Elbette o canavarların gerçek olmadığını bilirdim, ama bir şekilde o kabuslardan etkilenmeye de devam ederdim.

Şimdi dönüp baktığımda, keşke hala o zaman gördüğüm kabusları görüyor olsaydım diyorum, çünkü o zaman gördüklerim, şimdiki kabuslardan çok daha zararsız. Şu an gördüğüm kabuslar, kendi hayatımdaki korkular, güvensizlikler, takıntılar ve negatif varsayımların yansımaları. Belki o zaman da öyleydiler ama, kabusunuzda gerçekte olamayacak bir canavar görmek çok da kötü değil, çünkü gerçekte olamayacağını zaten biliyorsunuz. Ama bir kabusta gerçekte olabilecekleri görmek, çok daha güçlü ve etkileyici.

Nedense son birkaç gündür rüyalarımda kendim veya sevdiklerimle ilgili kayıplar, hastalıklar, kazalar görüyorum. Rüyaların geleceğe dair bir işaret verdiği kanısında değilim, çünkü biliyorum ki rüyalar, insanın zihnindeki düşünce ve duyguların, gerçek veya sembolik yansımaları. Yine de insan, hele ki çok sorguluyorsa, düşünmeden edemiyor; “gördüklerimin bir anlamı var mı?”

Belki de insan neden korkuyor, neye kafasını takıyorsa, gerçekleşmeyeceğini bilse bile yine de şüphe duyuyor kendinden. Çocukken canavar olarak karşımıza çıkan bu korkular, büyüdükçe şekil değiştirip kabuslarımıza girebiliyorlar. Belki de değişen birşey yok aslında, hala aynı korkular, hala aynı güvensizlikler; sadece farklı maskelerle zihinlerimizde beliriyorlar.

‘Gerçek Canavarlar’ diye bir çizgi film vardı birkaç sene önce, belki de hala vardır. Garip şekilli, komik yaratıklardı onlar. Ne yazık ki gerçek canavarlar onlar değil, hatta gerçek canavarlar gerçek bile değil; zihnimizin yansımaları sadece. Önemli olan, aynaya baktığımızda, hangi yansımayı gördüğümüz; gerçekte var olanı mı, yoksa zihnimizdekini mi...

11.11.2009

Güzel günler...

eyvallah deyince

hemen geçip gitmese de

biliyorum

kendileri

bizi bekler...

9.10.2009

Sakın çıkma patika yollara…

Bulunduğumuz durumun değerini bilmektense bulunabileceğimiz durumu düşünerek elimizdekini de harcamak genel bir insanlık huyu sanırım. Nasıl ki çocukken hemen büyük olmak istiyorsak, büyüdüğümüzde de yeniden çocuk olmak istiyoruz. Pek tabii bu durumlarda istemek hissi zamanın önüne geçemediği için de istediğimizle kalıp o anki var oluşumuza geri dönüyoruz.

“küçüğüm daha çok küçüğüm, bu yüzden…”

Yaşlanmak ve büyümek arasında önemli bir fark olduğu yadsınamaz bir gerçek. Zaten belki de yaşlanmamıza rağmen uzun bir süre daha çocuk kalmamızın sebebi de bu; fiziksel olarak büyüsek de, düşüncelerimiz, hayata bakış açımız ve hayallerimiz hala çocuk kalıyor. Aldığımız eğitimin, var olan ve geliştirdiğimiz yeteneklerimizin, hayatta bize geri dönüşlerinin bire bir ve tam verimle olacağını düşünüyor, bütün umutlarımızı hayata saçıp peşlerinden koşmaya çalışıyoruz.

“ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık. her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık…”

Büyümek elbette umutların tükenmesi anlamına gelmiyor; daha çok, törpülenmesi, küçülmesi, bir süreliğine nadasa bırakılması gibi bazı umutların. Hatta her yeni günle birlikte yeni umutların gelmesi gibi bir zorunluluğun da olmadığını anlamak belki de büyümek. Bir önceki gün moralimiz bozuk olabilir, sorunlarımız, problemlerimiz olabilir. Bu demek değil ki yeni gelen günle bunların hepsi geçecek, doğan güneş bizim de gecemizi bitirecek. Elbette devam edecek sıkıntılarımız, üzüntülerimiz, hüzünlerimiz.

“çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman…”

Ama yeni gün bize bir işaret aslında, düştüysek yerden kalkmamız gerektiğinin, tökezlediysek de yola devam etmemiz gerektiğinin. Çocukken bunu yapmak kolaydı aslında, çünkü düşsek bile büyüklerimiz elimizden tutar, yola devam etmemizi sağlarlardı. Üstelik çocukken çakıl taşlarına takılsak da, kendimizi yere atsak da, elimizden tutardı elbet birileri. Şimdi ise karanlıkta kayaların arasında dolaşırken, yanımızda ışığımız yoksa düşmemiz durumunda kalkmamız daha zor artık.

“yoksa bendeki çocuk da böyle çaresiz kalacak…”

Pek tabii ki karanlık ve kayalar benzetmesi biraz mübala hali, sonuçta hala ailemiz bizimle ve yanımızda. En az o kadar önemli olarak da, aynı yolda bizimle birlikte yürüyen bir sürü arkadaşımız var. Onlar da benzer zorluklardan geçerek bir yerlere varmaya çalışıyorlar ve tabii ki hem biz onlara, hem de onlar bize yardım edecek zamanı gelince. Sanırım bu durumda büyümek, yardım isteyecek doğru zamanı anlamak. Yani hala çakıl taşlarına takıldığımızda ağlamamak, kendimizi yere atmamak. Biraz da dizlerimizin kanaması, ayaklarımızın şişmesi, paçalarımızın kirlenmesine göz yummak.

“içindeki çocuğa sarıl. sana insanı anlatır…”

Bu da elbette çukura düşsek bile yardım istememek anlamında değil tabii ki. Gerektiğinde birileri bizleri o çukurdan çıkarmalı ki, bir daha düşmeyelim. Büyümek belki de hangi çukurlarda tırmanılabileceğini, hangilerinde de yardım istememiz gerektiğini anlamak. Bir de elbette herkesin farklı mesafede olduğunu da görmek büyümek; bazıları çukurların üzerinden rahatça atlarken, bazıları daha ilk çukuruna bile düşmemiş olabilir. Bu durum yaşla değil yaşantıyla ilerlediği için, biraz da zaman ve inanç tanımak ihtiyacı olanlara belki de büyümek.

“anlatamam gördüklerimi, o neşeli çocuğa…”

Hayatın gerçekleri yüzünden umutlarımızın hepsini kaybetmek de değil büyümek. Büyümek dengelemek galiba hisleri ve gerçekleri, ve istekleri olabilme ihtimallerine göre yeniden gözden geçirmek.

“biz büyüdük ve kirlendi dünya…”

Herşeye rağmen, büyüdükçe içimizdeki çocuğun da kirlendiği, saflığını kaybettiği bir gerçek. Aslında olması gereken de bu zaten, çünkü hayat tertemiz bir yol, bembeyaz bir sayfa değil önümüzde duran. Belki de dünyayı biz kirletmiyoruz ama o bir şekilde zamanla bizi kirletiyor. Büyümek galiba, bu gerçeği kabullenmek, bu duruma alışmak, ve de becerebiliyorsak, bu durumda bile hayattan zevk almak, hayallerimizi takip etmek, bildiklerimizi ve sevdiklerimizi unutmamak.

“yani değişmedim hala, öyle biraz, çocuk kaldım…”

Yine de hayat, biz ne kadar gayret etsek de, her zaman bizi ciddiye almadığına göre, bazen bizim de hayatı ciddiye almamayı, ara sıra, hatta nadiren de olsa, çocuk olabilmeyi bilmemiz lazım. Sanırım büyümek, çocuk da kalabilmek aynı zamanda.

6.10.2009

Bir Adın Kalmalı

Neredesin Firuze filminin müzikleri büyük ihtimalle şu ana kadar yapılmış en kaliteli müzik çalışmalarından biridir. Özellikle bu projedeki ‘Beni Affet’ şarkısı, hem sözlerinin güzelliği hem de Özcan Deniz’in başarılı yorumuyla dikkat çekmişti.

Şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz: http://fizy.com/s/14ua2o

Yalnız filmin müzik albümündeki şarkı bilgileri kısmında şarkının sözleri için İbrahim Sadri’ye ait olduğu belirtiliyor. Açıkçası İbrahim Sadri’nin böyle sözler yazabildiğine çok inanmamıştım gördüğümde, sonuçta kendisinin şiirleri genelde bariz olanı söyleme şeklinde olduğu için (örn. “sen içerdeyken ben, kiramı ödedim, pijamalarımı giydim, haber bültenlerini izledim, gazetelerden kupon kestim”).

Sonra zaten gördüm ki şiir aslında Ahmet Hamdi Tanpınar’a aitmiş. Gerçi ‘Beni Affet’in güftesinde İbrahim Bey’in katkısı da var, Tanpınar’ın şiirinden belli dizeleri alıp sıraya koymuş, büyük bir emek harcamış, takdir etmek lazım. Şiirin asıl hali şu şekilde:

Bir Adın Kalmalı

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç


Sanırım kulislerde acaba bu şiir gerçekten Tanpınar’ın mı tartışmaları varmış, çünkü iddialara göre İbrahim Sadri şiirin kendine ait olduğunu söylüyormuş. İnanıp inanmamak size kalmış, ama şiirselliğinin zirvesini “her zaman yaptığım gibi, buzdolabını ayağımla kapadım” mısralarıyla yaşayan bir manzum yazı yazarının bu şiiri yazabileceğine ben inanmıyorum, çok fazla insanın da inanacağını düşünmüyorum.

24.09.2009

PS3 Slim

Sony firmasının sürecin başlangıcında büyük zararla piyasaya çıkardığı ve uzun süre belini doğrultamayan PlayStation 3 sistemi, yavaş yavaş oturmaya ve kullanıcılar tarafından daha çok tercih edilmeye başladı. Bundaki en büyük etkenlerden biri de, PS3’ün sistem güncellemeleriyle sürekli geliştirilmesi ve de yeni özellikler eklenmesi oldu.

Bir süre öncesine kadar hem fiyat hem de boyut olarak çok büyük olan PS3’ün yeni modeli olan PS3 Slim kısa süre önce piyasaya çıktı, ve hem küçülen boyutu hem de azalan fiyatıyla önemli satış rakamlarına ulaştı.


Yeni PS3’ün en belirgin farkları, önceki modellere göre 33% daha küçük, 36% daha hafif olması ve %34 daha az enerji harcaması. Bunun altında yatan en önemli faktör ise daha önceki sistemlerde 65nm olarak kullanılan IBM tarafından üretilen Cell işlemcisinin yeni sistemlerde 45nm olarak üretilmesi; bunun sonucunda konsol hem daha az ısınıyor, hem de daha az elektrik tüketiyor. Ek olarak yeni PS3, eski modellere oranla (60 veya 80GB) 120 GB gibi daha yüksek bir depolama alanıyla geliyor.


Bu yeni sistemin eksi olarak sayabileceğimiz noktaları ise, önceki bazı modellerde 4 USB girişi bulunurken yeni modelde 2 tane bulunması. Ayrıca, başka bir işletim sistemi yükleme (örn. Linux) seçeneği de yeni sistemde kaldırılmış. PS2 oyunlarına geri uyumluluk olmaması problemi de hala devam ediyor. Bir de ürün, dik olarak kullanılmak için ekstra bir aparata ihtiyaç duyuyor.

Aslında sistemin yurt dışındaki her şeyden de mühim özelliği, fiyatının Amerika’da 299$’a, Avrupa’da da 299€’ya inmiş olması. Ancak Türkiye’deki vergi durumundan dolayı bu fiyat, tek çekim veya nakitte 899TL, diğer tüm opsiyonlarda da 1,000TL’yi buluyor. PS3’ün 2006 yılındaki Türkiye satış fiyatının 1,500TL olduğunu düşünürsek, bu düşüş kesinlikle bekleneni veremiyor.

Elbette PS3’ü yurt dışından alabilirsiniz. Örneğin Amazon Almanya sitesinden (Amazon.de) sipariş verirseniz, ürünü 255€ civarına alabiliyorsunuz. 1 – 2 hafta içinde ürün PTT’ye bağlı olan il paket müdürlüğüne gönderiliyor. Daha sonra size paketinizin geldiği haberi ulaşıyor ve o müdürlüğe gidip (İstanbul şubesi Topkapı’da) konsolunuzu alabiliyorsunuz. Elbette konsol değerli eşya statüsünde olduğu için 10% civarı ek bir vergi de ödemeniz gerekiyor. Ancak bu vergi dahil olunca bile ürün sizin elinize 600TL gibi bir fiyattan geçiyor, ki Türkiye fiyatıyla karşılaştırılınca yurtdışından sipariş etmenin, en azından şu an için, çok daha hesaplı olduğu gerçeği de ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak, fiyatı 600TL olarak baz alırsak, yeni PS3 hem fiyat performans olarak hem de yenilenmiş görüntüsü ve özellikleriyle göz doldurmayı başarıyor. Eğer hala PS3’ünüz yoksa veya eskisini değiştirmeyi düşünüyorsanız, kesinlikle tavsiye ediyorum.

13.09.2009

Arabesk forever..!

Bu aralar dinlediğim şarkıların arabeskliği, hatta kaba tabirle kıroluğu beni bile korkutmaya başladı. Ama yapacak da bir şey yok çünkü gerçekten çok güzel şarkılar ve yorumlar çıktı 2009’da, bu dinlediklerim de onlardan bir kaçı.

Örneğin Özcan Deniz’in söylediği iki şarkı var, ikisi de birbirinden güzel. İlki Niran Ünsal’la birlikte söylediği ‘Aklım Hep Sende’ adlı şarkı (http://fizy.com/s/167uk5). Bayağı ağır, duygusal bir şarkı aslında, ama hem iyi bir düet, hem de güzel bir arabesk örneği. Elbette her arabesk şarkıda olduğu gibi bunda da biraz abartı sözler var ama çok normal, sonuçta duyguların ifadesi bu tarz şarkılarda hep uçlarda olduğu için, iğreti durmuyor. Herkese tavsiye ediyorum dinlemesini.

Diğer şarkı ise, daha da arabesk bir şarkı olan ‘Kalp Yarası’ (http://fizy.com/s/1622a3). Aslında bu şarkı tür olarak arabeskin gayrı resmi bir alt türü olan delikanlı şarkıları tarzında. Ve de ben de bu türden şarkıları genelde çok sevmem çünkü gereğinden fazla kıro oluyorlar (bkz. ‘Kralı Gelse’ veya ‘Karagümrük Yanıyor’). Ama ‘Kalp Yarası’ bana bu şarkılardan daha farklı ve daha güzel geldi. Melodik olarak çok farklı değil aslında, dinlerken bazı kısımlarını başka şarkılara benzetebilirsiniz, ama sözleri ve şarkının genel havası alabildiğine iddialı ve orijinal. Dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Bir de, Gökhan Türkmen’in söylediği ‘Büyük İnsan’ şarkısının İntizar tarafından yorumlanmış versiyonu var.



Türkmen’in yorumuna alışmış olanlar için bu yorum biraz fazla arabesk gelebilir ama bence sanki şarkının asıl olmak istediği versiyon, İntizar’ın söylediği şekle ve stile daha yakın. Bunu da gayet başarılı buldum (gerçi bunun sebebi benim İntizar’a karşı, ‘Zamansız Ayrılık’ şarkısındaki süper yorumundan dolayı zaafım da olabilir ama…). Fazla arabesk, aşırı, abartı vs. derseniz de katılırım o ayrı, ama ben beğendim.

Son olarak yapacağım yorum: Arabesk forever..!

8.09.2009

a trip down memory lane

Babamın evin ücra köşelerinde bulup boşaltmam için odama koyduğu kolinin içinde, üniversite zamanı ders notlarım dışında, lise zamanından kalan dört zarfa rastladım. Bunlardan ilkinin içinde karneler, ikincisinde ise takdir / teşekkür belgeleri vardı. Ama asıl önemli olanlar, diğer iki zarfın içindekilerdi.

Bu iki zarfın birinin içinde, zamanında okul müdürü tarafından zatıma gönderilmiş olan teşekkür mektupları vardır. Bu teşekkürler, lise orkestrasındaki müzik performansımı kutlamak ve bunların devamını dilemek için yapılmıştı. Zaten lise hayatım boyunca epi topu üç teşekkür mektubu, iki de başarı sertifikası almıştım, ve bunların hepsi müzikle ilgiliydi.

Aslında müzik konusundaki bu kazandıklarım belki de bana bana bir şekilde ipucu vermeye ve beni bir doğrultuda yönlendirmeye çalışmıştı ama…

Hayatımdan ‘keşke’ kelimesini ve onun beraberinde getirdiği mantaliteyi çok uzun süre önce çıkardım. Sonuçta, bugün ve bu anda bulunduğum yerden memnunum, mutluyum ve istisnasız her gün bu durumda olduğum için şükrediyorum. Üstelik geçmişte almadığımıza pişman olduğumuz kararlar belki de düşündüğümüzden çok daha kötü sonuçlanacaktı ve biz o zaman almış olduğumuz kararları almadığımız için bugün pişman olacaktık. Yine de…

Yine de ‘keşke’ kelimesini kullanmasam da, lise ve sonrasında hayatımın aldığı yol ve müziğin merkezden gittikçe uzaklaşıp bir hobiye dönüşmesi, hayatımda ‘belki de’ veya ‘acaba’ dediğim yegane noktalardan biri. Elbette bu uzaklaşmanın en büyük sebebi benim, ama o zamanlar zorunlu olduğunu düşündüğünüz bazı seçimleri yaptıktan sonra geldiğiniz noktadan geriye dönmek mümkün olmuyor, anayoldan çıkıp yan yola sapmak ise -bende olmayan- bir cesaret istiyor. Üstelik beni tanıyanlar bilir, yollar konusunda çok kötüyümdür, en bilindik yolda bile fark etmeden kaybolabilirim.

Sonuçta çelişkiler oluşuyor, hayat da onlarla devam ediyor. Gerçi benim için komik derecede fazla ve iç içe oldu hep bu çelişkiler; lisede en baba fen derslerini alıp üniversitede sınavına Türkçe – Matematik’ten girmek, psikoloji okuyup psikolog olmamaya karar verip iş yaşamı için MBA yapıp ilk iş deneyiminde işten atılıp sonra doktora yapmak, hayatı boyunca akademisyenliğin zorlukları hakkında uyarılıp sonunda belki de akademisyenliğe doğru yol almak… Sanırım müzik de bu çelişkilerin en başında geliyor. Bir şeyi çok sevmek, belki de en çok sevmek, çok iyi yapmak, ama hobi olarak yapmak…

Dediğim gibi, pişman da değilim, üzgün de. Yalnızca düşünceliyim. Biraz anılarda dolaşmanın verdiği hüzün, biraz da bugün müzik konusunda aldığım, sonucu belirsiz teklifin verdiği umut (ve bu teklifin negatif sonuçlanması ihtimalinden duyduğum korku). Her zamanki gibi yani, biraz ondan, biraz bundan.

1.09.2009

İki Melek

Çeşme plajlarından ayağımın tozuyla gelmiş biri olarak hemen sizlere 2009 yazının müzik raporunu sunmak istiyorum. Daha önce de bu konuda bir yazı yazmıştım ama o benim beğenilerim üzerineydi, bu yazı ise tamamen en çok hangi parçanın radyoda, televizyonda ve plajlarda çaldığıyla ilgili.

3 Numara: Ajda Pekkan – Resim (Çalma Oranı 20%)

http://fizy.com/s/15ayr0

Ajda Pekkan gerçekten de her zaman ve her yerde var olacak bir sanatçı. Her çıkışında kendini yenilediği gibi, yorumunu da geliştiriyor. Üstelik zamanın müzik trendlerini çok başarılı bir şekilde yakalayıp kendi yorumlayacağı şarkıları da buna göre seçerek her zaman müziğin ve halkın nabzını tutmayı başarıyor. Bu saatten sonra Ajda Pekkan’ın olmadığı bir pop müzik dünyası düşünmek çok zor. Deniz Baykal CHP’yi bırakabilir, hatta Seda Sayan bundan sonra evlenmeyeceğini bile açıklayabilir, yine de Ajda Pekkan hala şarkı söylüyor olacaktır.

2 Numara: Atiye Deniz – Salla (Çalma Oranı 20%)



21 yaşındaki Atiye Deniz bu yaz yaptığı çıkışla gerçekten de müzik dünyasını salladı. Klibi de şarkısı gibi neşeli olunca, ‘Salla’ bu yaz yoğun bir şekilde çalındı ve dinlendi. Tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

1 Numara: Bengü – İki Melek (Çalma Oranı 50%)



Bu yazın hakimi olan, imzasını atan, damgasını vuran şarkı, tartışmasız ve rakipsiz bir şekilde Bengü’nün ‘İki Melek’ şarkısı oldu. Bunun sebebi ise, şarkıdaki kitle yakalayıcı Serdar Ortaç faktörünün Bengü’nün düzgün yorumu ve güzelliğiyle birleşmesi oldu. Bengü günlük hayatında ne kadar güzeldir bilemem, ama klipte o kadar güzel ve alımlı çıkmış ki, klip kendini seyirciyi kitleyen bir şekilde izlettiriyor. Üstelik Bengü danslarıyla seksi ve çekici olurken, aynı anda yürek ısıtan gülümsemesiyle şirin olmayı da başarabiliyor. Yorumu ise gayet düzgün ve yerinde, herhangi bir abartılık veya uyumsuzluk yok. Ben yine de Bengü’yü daha güzel şarkılarla dinlemek isterdim ama, yazın bir numarası olduğunu da kabul etmek lazım.

Diğerleri (Çalma Oranı 10%)

Geri kalan çalınma oranını ise Özgün - Zilli, Kenan Doğulu - Rütbeni Bilicen, Emre Altuğ - Sevişme Onlarla, Gökhan Tepe - Vur, Demet Akalın - Toz Pembe, Emir - Ben Sen Olamam, Nazlı - Beni Yazın, Gökhan Türkmen - Yan Sen, Funda Arar - Yak Gel ve Sıla - İnşallah paylaşıyor.

24.08.2009

Limon Çiçekleri

2009 senesinin Türk müziği için çok verimli geçtiğini düşünüyorum. Bunun en önemli nedenlerinden biri de Mustafa Çeçeli’nin şarkıcı olarak ortaya çıkışıdır. ‘Unutamam’ adlı şarkıyı Enbe Orkestrası’yla seslendirerek başlayan yorumculuk kariyerine Aşkın Nur Yengi’nin ‘Karanfil’ şarkısının başarılı bir yorumuyla devam eden Çeçeli, bu aralar ‘Limon Çiçekleri’ şarkısıyla başarısına kaldığı yerden devam ediyor.


Her ne kadar çevremdeki herkese beğendirmeyi başaramasam da, ben bu şarkıyı çok sevdim. Genelde şarkıların en önemli / can alıcı kısımları nakaratlarıdır. Kaba bir formülasyonla şarkıları A, B ve C diye üç parçaya ayırırsak (C nakarat), bu şarkının asıl etkileyici ve benim beğenimi kazanan kısmı B bölümü. Kısmın sözleri şu şekilde:

Havalansa yine zil çalan eteklerin
Gelip otursa gözlerime gözbebeklerin
Öperken içsem ağzının çiçek balını
Günahını boynuma seni koynuma alsam
Hem zehrim hem şehrim limon çiçeklerim olsan
Ben görmedim böyle alımı çalımı

İddiasız sözleri olan şarkıları çok seviyorum. Çok fazla afili kelimeye, ağır sözlere ihtiyaç duymadan, edebi sanatları daha yalın şekilde yapan şarkılardan biri ‘Limon Çiçekleri’. Müziği bir Arap şarkısından olan eserin Türkçe sözleri ise Sermiyan Midyat'a ait.

16.08.2009

Serdar Ortaç - Billie Jean

Geçenlerde İbo Show’un konukları Atiye ve Serdar Ortaç’tı. Serdar Bey programın bir esnasında Atiye’yle birlikte merhum Michael Jackson’ın Billie Jean şarkısını söyledi. Bilenler bilir, Serdar Ortaç’ı çok ama çok (!) severim, dolayısıyla bu konuda benim bir yorum yapmam objektif olmaz. Siz önce videoyu bir izleyin:


Şimdi de bu konuda EkşiSözlük’te yayımlanan yorumlara bir bakalım:

fatih terim'in ingilizce konuşmasından sonra insan ırkının başına gelen en kötü şey... bu olayın bilimkurgu programı ibo show'da gerçekleşmesi ise durumu daha da korkutucu hale getiriyor...
forrestgump

tüm yurtta ve elçiliklerde büyük bir elemle karşılanmış, son derece talihsiz ve acı verici bir olaydır.bir olaydır. dümçikaçikaçuk nidalarını duymuş olan insanlar kitleler halinde canlarına kıymakta ve hatta kendilerini intihar etmektedirler.
offred

şarkının sözlerini tam tutturamadığına dair eleştirilere kahramanımız, "ingilizcede topu topu 7 kelime var, kaç ayrı cümle kurulabilir ki?" diye cevap vermiştir.
b612

michael jackson'ın gerçekten ölüp ölmediğini anlamak için kurulmuş bir tuzaktır. ama tabi maykıl cahil mi, yemez bu numaraları.
gelaek

olmamış. ibo'da olaya dahil olup şappieea şappieeaaa diye höykürseymiş belki.
marpione

tarihin en kısa metrajlı korku filmidir...
buzlucay

ibo show programlarını 10'ar dakikalık partlar halinde, (toplam 19 tane olmak üzere) youtube'a yükleyen insanların varlığından haberdar olmamı sağlayan olay. kim lan bu insanlar? (yemekteyiz'i falan da yüklemişler. neden yani? kaçırıp üzülenler mi var, anlamadım ki.)
nevrotik pollyanna

hani ailenizden, arkadaslarinizdan biri sacma sapan seyler yapar da siz utanirsiniz ya onlarin yerine, o sekilde utanarak izledim. ayrica ilk basta - who will dance on the floor in the round - kismini, " e mi yavrum e mi kizim e mi cocugum " mimikleri ile soylemesi daha da komikti. ama gulemedim..
agunsfan

dikkatli dinlenirse serdar ortaç, şarkının bir yerinde ''çıktım incir ağacına yedim hamını mamını '' diyor. kulak vermek gerek.
bermod

maç esnasında sahaya bir taraftar girerse, oyun durur ve polis sahaya giren adamı yakalamaya çalışırken, kenarda olayı seyreden futbolcuların yüzünde bir şaşkın belirti olur. bu saçma gösterinin bir an önce bitmesini beklerler. serdar ortaç billie jean'i söylerken ben de o şaşkın futbolculardan biri oldum bir an.
mgdr

şarkının yer aldığı albumun yapım şirketi epic records'dan "şimdi yaraları sarma zamanı. bir daha böyle bir şeyin yaşanmaması için gerekli tedbirleri alıyoruz. ama bununla yaşamayı öğrenmemiz gerek... " şeklinde açıklama beklediğimiz olaydır
halimoyle

cahil cesaretinin son örneği...
dianwei

Son yorum zaten benim kendi yorumum, dolayısıyla söyleyecek daha fazla bir şey bulamıyorum. Allah herkese akıl fikir versin diyor, bu videoyu izleyenlere / dinleyenlere de yaşadıkları travmadan dolayı geçmiş olsun diyorum.

10.08.2009

Altyapı mı..?

Hayatımıza giren yeni servis, teknoloji, kanun ve hizmetler, etiket ve tanıtım olarak o kadar albenili sunuluyor ki, bu yeniliklerin gelişim sürecindeki boşluklar ve hazırlıksız ve plansız yapılanmanın sonuçlarını ancak yenilikler yürürlülüğe girdikten sonra fark ediyoruz. Elbette o zaman da düzeltilmesi beklenilen ve var olan haliyle yetersiz olan bir hizmetler sürüsü ortaya çıkıyor, biz de el mahkum, bize sunulan seçenekler en fazla bu kadar olduğu için, onları kullanmak durumunda kalıyoruz.

Bu yeniliklerden ilki büyük umutlarla ulaşıma başlayan Metrobüs servisi. Milyon avrolar harcanılarak alınan metrobüslerden her ay en az birinin bozulması ise altyapısız hizmet sunmanın trajikomik sonuçlarından biri. Buna benzer bir durum da sigara yasağı kanununda söz konusu. Kanun çıktı çıkmasına ama, o kadar belirsiz bir şekilde çıktı ki, kimse hangi mekanın neresinde sigara içilebilir, neresinde içilemez tam olarak bilinmiyor. Üstelik sigara içmek isteyen insanlara herhangi bir alternatif de sunulmadığı için, bu insanlar sigarayı kapı önleri, bina girişleri ve sokaklarda içmek durumunda kalıyor. Ben kendim sigara içmeyen bir insan olarak, kanunu her ne kadar desteklesem de, bu şekilde belirsiz ve yarım yamalak uygulanması ne hoşuma gidiyor, ne de içime siniyor.

Bahsettiğim yeniliklerden en sonuncusu ise tüm operatörlerin aylardır yoğun bir şekilde reklamını yaptığı 3G teknolojisi. Temel olarak daha hızlı bilgi erişimi ve aktarımını içeren bu teknoloji, öncelikle çok yanıltıcı bir şekilde reklamlandırıldı. Birçok reklamda görüntülü konuşma yapanlara baktığımızda, iki tarafın da birbirlerini çok kaliteli ve net görüntülerle izlediği gösteriliyor. Oysa ki gerçek hiç öyle değil, bir kere reklamlardaki kadar kaliteli görüntülü iletişim sunan herhangi bir telefon yok. Tam tersine çoğu telefonda görüntülü görüşme yaparken VGA kameralar kullanıldığı için pikselleri sayılabilecek derecede düşük çözünürlükte görüntüler ortaya çıkıyor, dolayısıyla bu hizmet, en azından şu an için, büyük bir hayal kırıklığı olmaktan öteye gidemiyor. 3G hızında internete bağlanmak ise başlı başına bir mesele, bunun sebebi ise 3G teknolojisinin birçok yerde sinyal gücü yeterli olmadığı için çekmemesi. Bu durumun sonucunda da düşük sinyal gücüyle 3G bağlanmak, daha önceki teknoloji olan EDGE ile bağlanmaktan daha uzun sürebiliyor. MobilTV servisi ise genellikle düzgün bir şekilde çalışmasına rağmen kanallara her zaman bağlanılamaması ve de kanal sayısı azlığı gibi sorunları var.

Bu kadar sonuç odaklı bir toplum ve sistemde bahsettiğim bu durumların yaşanması aslında çok doğal. Yine de insan bazen, belki bu sefer bir şeyler daha doğru yapılır ümidiyle yeniliklere kucak açmak istiyor. Sonuçta ise genellikle hiçbir yenilik olmuyor, büyük ve anlamsız bir hayal kırıklığı.

3.08.2009

Adrenalin

Önceki yazılarımda bu yaz çıkan başarılı şarkılardan bahsetmiştim, bunlardan biri olarak da Akın’ın Adrenalin şarkısını söylemiştim. Bildiğiniz gibi Akın çok uzun yıllardan beri bu işi yapan bir şarkıcı, ilk albümünü 1995 yılında çıkarmıştı (Açık Saçık Kaçık adlı çıkış şarkısıyla), daha sonra da Rebeka ve Kız Milleti şarkılarıyla başarısını devam ettirdi. Bir süre suskunluktan sonra da Adrenalin şarkısıyla 2009’da iyi bir geri dönüş yaptı.

Bu yazıda bahsetmek istediğim konu ise Adrenalin şarkısının klibi. Klibin yönetmenliğini Hakan Yonat yapmış. Kendisi birçok klip ve reklam yönetmiş olan ünlü bir yönetmen, ancak benim onu ilk tanıdığım klip Özlem Tekin’in Biri Var şarkısına çektiği klipti.


Ozlem Tekin - Biri Var

Bu klip 2002 senesinde çekilmişti ve o zamanlar izlediğimde klibin değişik görselleri ve sahnelerine hayran kalmıştım. Klibi tekrar izleyince görüyorum ki hala beğeniyle izlenilebilecek bir klip.

Elbette Hakan Yonat daha sonra birçok klip çekti, bunlardan biri de Yalın’ın Kalamadım şarkısına çektiği klip oldu.


Yalın - Kalamadım ( Official Music Video )

Çok uzatmadan bahsettiğim asıl klibe gelirsek, onu da buradan izleyebilirsiniz:


Akin - Adrenalin (2009) by Aluxton

Bence klip harika olmuş. Evet belki dans eden az giyinik kızlar veya sözlerin arka planda gözükmesi gibi 10 klipten 9’unda kullanılan öğeler var ama klibin akışı, efektler ve özellikle Akın’ın hareketlerinin kesik kesik sahnelenmesi çok güzel olmuş. Vurunca önce dalgalanıp sonra patlayan su dolu siyah balonları da çok beğendim. Kollarını açınca çıkan kanatlar da küçük bir detay ama benim hoşuma gitti. Yalnız az giyinen bayanların değişik renklerdeki tül elbiselerle bale tarzı hareketler yaptığı sahneler ‘Hepsi - Üç Kalp’ klibini çok anımsattı bana, bir özenme var demiyorum ama hatırı sayılır bir benzerlik var sanki. Bir de bahsettiğim kesik hareketlerde bayağı karizmatik gözüken Akın’ın klibin sonlarında göbek atıp kıvırması bence pek hoş durmamış, sanki pek yakışmamış ve iğreti durmuş (ama çok hayati bir konu değil).

Sözün özü, klibi şarkısından güzel olan eserlerden biri Akın - Adrenalin. Burada da yönetmen Hakan Yonat’ı kutlamak lazım, usta işi bir prodüksiyon ortaya çıkarmış.

26.07.2009

Şiir Yarışması (Haiku)

Narcissus rumuzlu arkadaşımın fark etmemi sağladığı kültürel öğelerden biri de Haiku adlı Japon şiir sanatı. Bu şiir çeşidi, anlatılacak olan durumun en kısa, sade ve öz şekilde anlatılmasını içeriyor. Orijinal dili olan Japonca’da hece ölçüsü, kafiye gibi kesin kuralları olan bu çeşit, uluslar arası alanda bakıldığında daha az kural içeriyor. En önemli kısım, yazılacak şiirin üç mısradan oluşması:

ölüme ne kadar yakın
unutulmaz çocukluğumun
ağır çiçekli ıhlamur ağacı

Diğer önemli husus ise şiirde, herhangi bir şekilde, mevsimsel bir referans olması (örneğin yukarıdaki şiirde bu mevsim göndermesi, ıhlamur ağacının ağır çiçek açtığı zaman olarak yapılmış).

Haiku için, Mainichi Yayınları’nın 12 senedir düzenlemekte olduğu bir yarışma var. Yukarıdaki şiir de Yelda Karataş adlı şair tarafından yazılmış ve yarışmanın 10. senesinde birinci olup büyük ödülü almış. Yarışmaya katılım için herhangi bir önkoşul gerekmiyor, ancak gönderilecek şiirin Japonca, İngilizce veya Fransızca olması lazım. Şairin gönderdiği bu şiirin İngilizce versiyonu da şu şekilde:

closer now to death
the blossom heavy lime tree
my childhood lingers

Yarışmayla ilgili bilgileri Mainichi Haiku Yarışması adresinden bulabilirsiniz. Katılmak için ise Katılım Formu bağlantısını kullanabilirsiniz. Tek yapmanız gereken, gerekli bilgileri doldurup şiirinizi göndermeniz (en fazla iki şiir gönderebiliyorsunuz). Son başvuru tarihi 31 Ağustos.

İnternette çok güzel Haiku örnekleri var. Elbette doğru ve güzel yazması zor bir şiir türü ama çevrenize biraz duyarlı olursanız, doğa olaylarının size hissettirdiklerini fark edebilirseniz ve bunu olabildiğince sade ve yalın anlatabilirseniz, Haiku yazma yolunda önemli bir adım atmış olursunuz. Bence yarışmaya katılın ve şansınızı deneyin, ne de olsa katılım herkese açık. Benim gönderdiğim Haiku denemeleri de şunlar:

I cry when it rains
So that God doesn’t
Feel alone

The rain
Has stopped
My tears have not


İddialı değilim ama aralarında profesyonel şairleri de içeren binlerce katılımın ve alanının uzman isimlerinden oluşan bir jürinin olduğu bu durumda önemli olanın denemek olduğunu düşünüyorum.

23.07.2009

İtiraf et bana

İtiraf.com’un en büyük müdavimlerinden biriyim. Neredeyse her gün aksatmadan okumaya çalışıyorum. Genelde komik veya insanı şaşırtan itiraflara rastlamak mümkün oluyor, elbette bunların gerçek olduğunun 100% garantisi yok ama yine de yaşanan olaylar ne kadar uç noktada olsa da çok imkansız gelmiyor, “Burası Türkiye” deyip olabileceğine kanaat getiriyorsunuz.

Bu hafta okuduğum bir itiraf uzun zamandır en çok güldüğüm ve beğendiğim itiraf oldu. Kendisi şu şekilde:

yakeseryasap, Kadın , 23 , İstanbul
Aile kavramı

"Yalnız mı yaşıyorsun, ailenle mi?" diye sorduğumda, gayet rahat bir şekilde "Ailemle" dedi. Aileden kastının eşi ve kızı olduğunu bir ay sonra anlamış bulunmaktayım.

Gerçekten çok başarılı bir itiraf. Öncelikle kısa ve öz, gereksiz anlatımlar yok. Olay trajikomik aslında ama hem itirafçının anlatım tarzı hem de itirafta bahsedilen kişinin durum konusundaki rahatlığı ve kendince kurnazlığı çok komik.

Açıkçası ben çok güldüm, umarım siz de gülmüşsünüzdür.

17.07.2009

Yaz Şarkıları

Genelde yaz geldiğinde kendi kendimize acaba bu yaz dinleyecek güzel, kıpır kıpır, cıvıl cıvıl şarkı olur mu diye sorarken (tam olarak bu kelimelerle olmasa bile), bu sene son 1 - 2 ay içinde çıkan o kadar çok güzel şarkı var ki, şaşırmamak elde değil. Öncelikle benim çok beğendiklerim şunlar:

Özgün - Zilli, Halil Koçak - Nikah, Kenan Doğulu - Rütbeni Bilicen, Emre Altuğ - Sevişme Onlarla, Gökhan Tepe - Vur, Atiye - Salla, Nil Karaibrahimgil - Seviyorum Sevmiyorum, Yüksek Sadakat - Haydi Gel İçelim

Yukarıda gördüğünüz şarkıların her biri hem yorum, hem düzenleme, hem de güfte & beste olarak çok başarılı. Hepsini tek tek defalarca sıkılmadan dinleyebilirsiniz.

Bunların dışında bir de, yukarıdaki listedekiler kadar güzel olmasa da yine de tatmin edici kalitede olan şarkılar var. Bunlar ise:

Ajda Pekkan - Resim, Nalan - Manyak, Gülben Ergen - Çilekli Sakız, Demet Akalın - Toz Pembe, Ziynet Sali - Hava Hoş, Hande Yener - Hayrola, Murat Boz - Herşeyi Yak, Emir - Ben Sen Olamam, Manga - Dünyanın Sonuna Doğmuşum, Sibel Can - Daha Neler, Akın - Adrenalin

Bir de elbette, hayal kırıklığı yaratan, bir kez dinledikten sonra bir daha dinlemek için çok iyi bir sebep bulmanız gereken şarkılar var. Bunlar da:

Yalın - Ah Be Kardeşim: Her ne kadar klibi çok kaliteli (ve masraflı) bir prodüksiyon olsa da, şarkı vasatlık sınırını geçemiyor. Bir de artık Yalın’ın şarkıdaki en ufak bir tizleşmeyi bile ıkınmayla nezle hali arasında bir sesle söylemesi beni çok rahatsız ediyor; ilk çıktığında belki bu mazur görülebilirdi ama kaç sene geçti (Ellerine Sağlık albümünün 2004’te çıktığını düşünürsek) bir şarkıcı kendini hiç mi geliştirmez yorum konusunda, anlamak zor.

Bengü - İki Melek: Aslında şarkı çok kötü değil ama, herhangi bir seri üretim, hızlı tüketim Serdar Ortaç şarkısı olmaktan öteye gidemiyor. Açık söylemek gerekirse bu tarz mevsimlik, kullan-at şarkılardan bıkmaya başladım. Zaten Serdar Ortaç her sene aynı şarkıları çıkarıp zirveye oturuyor, bir de bunları başka şarkıcılarda dinlemekten gına geldi. Oysa ki ne güzeldi bir zamanlar Bengü’nün şarkıları (Sen Bir Çiçeksin, Güller Yanıyor, Ciddi Ciddi vb).

Nazlı - Beni Yazın: Yeni bir Serdar Ortaç keşfi şarkıcı, yine bir Serdar Ortaç vakası; özelliksiz, yeniliksiz, 'herhangi bir' şarkı.

Yusuf Güney - Heder Oldum Aşkına: Allah aşkına, bu çocuğun söylediği bir şarkıda sözleri anlayabilen var mı? Bütün kelimeleri o kadar yuvarlıyor ki, anlamak mümkün değil. Rafet El Roman tarafından çıkarılan bu şarkıcı, ne yazık ki kendisinden ala ala en gereksiz ve anlamsız özelliği almış; anlaşılmaz ve yanlış telaffuz edilen bir Türkçe. Yorum dışında şarkı da zaten başarısız, o ayrı.

Gökçe - 5 Kuruş: İlk çıktığında ümit vaat etmesine rağmen şarkıları gittikçe tekdüzeleşmişti. Yeni albümde de değişen bir şey olmamış.

Duman - Senden Daha Güzel: Kimse alınıp gücenmesin ama Duman grubu şarkılarını anırarak ve böğürerek söylemeye devam ettikçe bu şarkıların güzel olma şansı ne yazık ki yok.

Eğer biraz da güzel ama yavaş şarkı dinlemek istiyorum diyorsanız, Sıla - İnşallah veya Funda Arar - Yak Gel dinlenebilir. İyi alternatifler ise Meyra - Karar Bize Ait, Teoman - Çoban Yıldızı, Umut Kaya - Mevsimler Geçerken, Kenan Doğulu - Beyaz Yalan, Gökhan Türkmen - Yan Sen veya Ziynet Sali - Beş Çayı olabilir.

11.07.2009

Kalabalık

Gözlerimizi kırptığımızda bile terlediğimiz, teyzelerimizin “evladım yoksa deprem mi olacak” diyeceği kadar sıcak bir hava yaşıyor şu an İstanbul. Ki daha ağustos ayı da gelmedi, eğer o zaman daha da sıcak olursa, ağlamaktan başka çaremiz yok.

Hafta içi nispeten yoğun olmayan bir insan olarak, beni çok şaşırtan bir durum var. Pazartesiden cumaya, gün içinde ne zaman dışarı çıksam, gittiğim her yer bir şekilde ortalamanın üzerinde kalabalık oluyor. Bu elbette kalabalık beni takip ediyor veya ben kalabalık olan yerlere gidiyorum anlamında değil, nereye gitsem, orası kalabalık.

Şöyle bir örnek verelim, çalışan insanların, şirket politikalarına göre 12:00 – 13:00 veya 13:00 – 14:00 arası yemek molasına çıktığını düşünelim. Hadi bir de bunun başına erken çıkma, sonuna da gecikme payı ekleyelim, 11:30 – 14:30 arasına yemek diyelim. En erken işten çıkış saati olarak da 17:00 kabul edersek, vermek istediğim örneğin geçtiği zaman dilimine, yani 14:30 – 17:00 arasına geliyoruz.

Hadi benim işim yok, dolayısıyla o saatlerde boş olduğum için istediğim yerde bulunabiliyorum. Peki geriye kalan ‘kalabalık’ nedir? Bahsettiğim kalabalıkta çocuklardan yaşlılara her yaş grubundan insan bulunuyor. Öğrencileri ve emeklileri çıkarırsak, 25 – 45 yaş arası bir nüfus geriye kalıyor ve inanın bu gruptan yüzlerce insan bu saat diliminde dışarıda. Beşiktaş – Kadıköy seferlerinin bu dilime denk gelenlerinde vapurlar rahat rahat doluyor. Bu saat diliminde Etiler’deki Starbucks’da nerdeyse oturacak yer olmuyor. Yine aynı saat diliminde şehirde arabayla dolaşın, trafiğin olmadığı bir yer bulmak çok zor.

O zaman şu soru aklıma geliyor, kim bu dışarıdaki insanlar? Çok da bir cevap bulamıyorum aslında. Bu durum krizin ve işsizliğin bir sonucu ise, gerçekten çok acı çünkü yüzlerce insan 'teğet geçen' kriz yüzünden evden dışarı yalnızca gezmek için çıkabiliyor. Ayrıca her zaman dile getirilen “Türkiye’nin yüzde bilmem kaçı genç nüfus, şöyle iş gücü böyle gelecek potansiyeli var” tarzı laflar da ne yazık ki tek celsede geçerliliğini yitiriyor. Evet böyle bir nüfus gerçekten var, hatta belki de potansiyel de var ama bu değerlendirilmedikten sonra bahsedilen nüfus kullanılmayan bir kaynak olmaktan öteye gidemiyor.

8.07.2009

Michael Jackson Memorial

Bugün Türkiye saatiyle saat 20:00 civarı Michael Jackson için bir anma & veda töreni düzenlendi. Törende tahmin edilebileceği gibi gerçekten çok etkileyici anlar yaşandı. Töreni izleyememiş olanlar, yeniden izlemek isteyenler veya Türkçe simultane çevirisiz izlemek isteyenler aşağıdaki bağlantıya bakabilirler:



http://www.time.com/time/specials/michael-jackson/ bağlantısında ise Time dergisinin Michael Jackson’la ilgili, gayet başarılı ve detaylı bir şekilde hazırlanmış özel sayfasına ulaşabilirsiniz. Bildiğiniz gibi dergi Michael Jackson’ın ölümü üzerine özel bir sayı da çıkardı.

Bugün dünya bir efsaneyi son yolculuğuna uğurladı. Büyük ihtimalle de bizim jenerasyonun hayatında göreceği son efsane Michael Jackson’dı. Kendisine her neredeyse huzur, çocuklarına da sabır diliyorum. Yazıyı da 11 yaşındaki kızının bugün törende gözyaşları içinde söylediği, belki de Michael Jackson için her şeyden önemli olan sözlerle bitirelim:

“Ever since I was born, daddy has been the best father you could ever imagine.” - Paris Katherine Jackson

4.07.2009

Jackson'a üzülmek

Birkaç gündür en çok yaptığım şey EkşiSözlük’te Michael Jackson’ın ölümüyle ilgili yazılanları okumak, hatta yeri geldiğinde kendi yorumlarımı da yapmak. Bu konuda üç tane giriş yaptım bunları da sizlerle paylaşmak istiyorum.

“932. buraya birçok arkadaş çok güzel şeyler yazmış, hepsine de katılıyorum. tekrar olmasın diye de çok fazla şey yazmak istemiyorum.

ama hala inanamıyorum michael jackson'un öldüğüne. dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü, müziğin de en başarılı insanıydı kendisi. seversiniz sevmezsiniz fark etmez, bazı gerçekleri kabul etmek lazım. her türlü rekorun, zirvenin, başarının sahibiydi; pop müziğin kralıydı.

dünyada bulamadığı huzur içinde yatsın...”

“1246. ölümü hala saçma ve anlamsız geliyor, bir efsane nasıl ölebilir hala inanamıyorum...”

Bu yazdıklarımı gayet dürüst ve o anki duygum ne ise o durum içinde yazdım. Zaten çoğu insan da öyle yapmış. Ama bazıları nedense bu ölüme duyulan üzüntüye saçma sapan tepkiler göstermiş. Bu tepkiler yargılamaktan başlayıp ana avrat küfür etmeye kadar gidiyor. En sonunda ben de bu duruma dayanamadım ve şu son girişi yazdım.

“1450. günlerdir en çok yaptığım şey hergün bu siteye girip michael jackson hakkındaki yeni entryleri okumak. çoğunu da çok hoşuma giderek okuyorum aslında, herkes naif bir şekilde anılarını anlatıyor, çocukluğuna dönüyor, elinden geldiğince üzüntüsünü kelimelere döküp paylaşıyor. ancak bazı entryler ise anlaşılmaz derecede agresif ve itici, ki bunların çoğu da sanatçının kendisine karşı değil, ona üzülen insanlara karşı tepkili.

öncelikle "kör ölür badem gözlü olur" durumuyla michael jackson'un durumunun uzaktan yakından alakası yok. bazı gerçekleri kabul etmek lazım; müziğini, dansını, hareketlerini, kişiliğini, kısacası hiçbir şeyini sevmeyebilirsiniz. ama bu, michael jackson'un hem müzik hem dans konusunda bir çığır açtığı, kendi akımını yarattığı, dünya ve çocukların iyiliği için sayısız iş yaptığı ve yeryüzünde var olmuş, gelmiş geçmiş en ünlü ve en sevilen sanatçılardan biri olduğu gerçeğini değiştirmez. dolayısıyla ne yapılan güzel yorumlarda, ne de hissedilen üzüntüde bir 'yanlışlık' veya 'hak etmeme' durumu asla söz konusu olamaz.

ayrıca bu kadar insanın bu kadar üzülmüş olması bile onun ne kadar büyük biri olduğunu kanıtlamaz mı? nedense ona üzülmek bile bazıları tarafından suç olarak algılanıp eleştiriliyor. örneğin ben de michael jackson'un bir numaralı hayranı değildim, ama bu öldüğü zamanki duyduğum derin üzüntüyü ve döktüğüm göz yaşlarını değiştirmez. bu üzüntülerin sahte olduğunu, çıkarcı olduğunu iddia edenler var. benim, veya michael jackson'a üzülen herhangi birinin böyle bir 'sahte üzülme politikası'ndan ne çıkarı olabilir? bundan ne rant sağlayabilir? bir de 'gerçek' hayran olmayanları eleştirenler var. "müziğini yaşarken dinlemeyenler ölünce dinlemeye başladılar, ne hakla üzülürler" gibi bir anlayışları var. siz gerçekten yaşamınızda var olan herşeyin değerinin her an farkında mısınız? her gün bunlar için şükrediyor musunuz? elbette hayır. insanın yapısında var olanların değerini yok olduktan sonra anlama gerçeği var, tuvalete rahat çıkabilmenin bile bir nimet olduğunu kabız olduğumuzda anlıyoruz. dolayısıyla "ben çok dinlerdin sen az dinlerdin, sen üzülme" gibi birşey demeye de kimsenin hakkı yok. unutmayın ki bu karşılaştırmanın sonu da yok, siz çok 'büyük' hayranıysanız, emin olun ki dünya üzerinde sizden daha 'büyük' hayranı olan da vardır. dolayısıyla herkes istediği gibi üzülebilir, yas tutabilir, ağlayabilir.

bence michael jackson'un ölümüne üzülen gerçekten üzülmüştür, üzülmeyen biri olduğunu da sanmıyorum. çünkü onu dünya üzerinde neredeyse tanımayan yok, hatta eminim evrende dünya dışında da hayat varsa onlar bile tanıyordur kendisini. dolayısıyla kimsenin michael jackson'un ölümüne üzülme hakkını kendinde görüp başkalarında hor görme gibi bir lüksü olamaz, çünkü michael jackson senin benim, o ırkın veya bu dinin, o toplumun veya bu ülkenin sanatçısı değil, tüm dünyanın sanatçısı, dolayısıyla da bütün bu gereksiz ve haksız karşılaştırmaların ve yargıların da üstünde ve ötesinde.

elbette burası bir duygu ve düşünce paylaşma platformu. yani bunların hiçbirine katılmayabilirsiniz. ama eleştirisini ana avrat küfür ederek yapanları da gerçekten yadırgıyorum. ben de günlük hayatta çok küfür ederim ama bu platformda küfür etmek hem saygısız, hem anlamsız, hem de itici bir davranış. eğer illa bir şekilde tepki göstermek veya deşarj olmak zorundaysanız bunu başka yerlerde başka şekillerde yapın, michael jackson'ın ölümüne üzülen insanlara gereksiz laflar atarak değil.

çok uzun oldu sanırım, ama sıkıldım manasız ve boş eleştirileri okumaktan, fikrimi paylaşayım dedim.

umarım michael jackson her nerdeyse huzurlu ve mutludur.”


Evet belki biraz tepkiyle yazmış olabilirim ama, anlamsız ve gereksiz yorumlara da toleransım bir yere kadar. Herkesin kendi fikri olabilir ve buna da saygım var, ama bu fikirler yalandan çamur atmalardan veya hakaretten oluşan yazılarla belirtiliyorsa buna da tepkimi göstermeden edemedim.

Bu arada EkşiSözlük’te Michael Jackson hakkında yazılmış gerçekten çok güzel yazılar var. Bir dahaki yazımda da bunlardan bir derleme yapıp, elbette yazarlarına da referans vererek, burada yayınlamayı düşünüyorum. O zamana kadar sağlıcakla kalın.

28.06.2009

Michael Jackson

Bir süredir buraya yazmayı unuttuğumu fark ettiğimde kalkıp da yazmaya üşenmiştim ama 26 Haziran’da olan bir olaydan sonra yazmam gerektiğini anladım. Bu olay aslında tüm dünyanın duyduğu, gördüğü ve üzüldüğü bir olay ama ben de bu konuda bir şeyler söylemek istiyorum.

1984 doğumlu biri olarak Türkiye ve dünya tarihinde bazı olayları görebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. 1999 – 2000 geçişi (yani milenyum), Türkiye’nin Dünya Kupası’nda üçüncü oluşu, Galatasaray’ın UEFA kupasını alması, Sezen Aksu şarkılarıyla büyüyebilmek, Metallica’yı canlı izlemek, Madonna’nın en başarılı müzik dönemlerini dinleyebilmek, Tom Cruise'ın en iyi zamanlarını görmek, Türk sanat müziğini Zeki Müren’den, Bülent Ersoy’dan, Ahmet Özhan’dan öğrenebilmek, Angelina Jolie'yi izlemek, Türk pop müziğinde Tarkan dönemini yaşamış olmak, Hakan Şükür’ü, Sergen'i, Zidane’ı, Hagi'yi futbol oynarken izlemek, Adriana Lima'ya podyumlarda ve Var mısın Yok musun'da hayran olmak, Amerika’nın ilk siyahi cumhurbaşkanını görmek bu şanslardan bazıları. Elbette burada bahsettiğim, olaylar anında fiziksel olarak orada bulunmak değil ama olayları, olduğu tarihi dönemin içinde, yani anlamlı olduğu zamanda görebilmiş olmak; bir nevi, kendi çapımda, tarihe tanıklık etmek de denebilir.

Bu olaylardan biri de elbette, Michael Jackson’u dinlemiş ve izlemiş olmak. EkşiSözlük’te Jackson’un ölümünden sonra yüzlerce giriş yapılmış. Bazı girişler kendisinin özel hayatındaki davranışlarına laf atmış, bazıları da ölümünün abartıldığını, aslında o kadar da büyük bir sanatçı olmadığını belirtmiş. Aslında ben çok büyük bir Michael Jackson hayranı değilim, yani çok sevdiğim şarkıları var ama müziğini en sevdiğim yabancı sanatçı değil kendisi. Özel hayatında da bazı davranışlarının mantıksız olduğunu ben de kabul ediyorum. Ama bu, gerçekleri görmemize engel olmamalı. Michael Jackson, dünya üzerinde, şu ana kadar yaşamış olan en başarılı müzisyen ve en ünlü insanlardan biri. Hatta belki de iki konuda da zirvede. Müzik anlamında yaptıkları saymakla bitmez, dünya çapında gelmiş geçmiş en çok satan albüm, sayısız ödül ve liste başı şarkı, ve de bunların ötesinde, tamamen kendi yarattığı bir dans stili (moonwalk). Ama Michael Jackson yalnızca müzikten de ibaret değil, başlı başına bir marka, felsefe, olgu ve hatta bir yaşam tarzı. İsmi cisminden büyük, bir yerde sonsuz bir varlık kendisi. Dolayısıyla sanatçılığıyla veya ünlülüğüyle ilgili negatif yorum ve yargıların çok geçerli olduğunu düşünmüyorum. Sevip sevmemek size kalmış ama kendisinin dünya tarihinin en büyük fenomenlerinden biri olduğu tartışılmaz bir gerçek.

Ben öldüğünü duyduğumda çok üzüldüm. Michael Jackson’un da bir ölümlü olduğu gerçeğini bile kabullenmek biraz zor geldi sanırım. Onun ölümü bir devrin kapanışının, bir zamanın bitişinin de simgesi aslında. Elvis Presley ve John Lennon’dan sonra son müzik kralı olarak kalmıştı ve artık onun da krallığı sona erdi. Efsanelerden de geriye yalnızca Madonna kaldı sanırım, ki kendisi Jackson’un ölümüyle ilgili “bu kötü haberi duyduğumdan beri ağlıyorum” demiş. Doğru da söylemiş, ben de bugün konser görüntülerini izlerken gözyaşlarımı tutamadım.

Yabancı müzikten ziyade Türkçe müziği sevdiğim bir gerçek ama Michael Jackson, bu tarz kategorizasyonları aşan bir müziğe, sanatçılığa ve üne sahipti. Ölümü birçok insan gibi beni de çok sarstı ve etkiledi. Hepimizin başı sağ olsun.

Dünyada bulamadığı huzur içinde yatsın…

17.06.2009

Uyuz oluyorum..!

Burada her seferinde şiir incelemesi, şarkı sunumu veya felsefi bir yazı yazmayacağım elbette, bugün de uyuz olduğum şeyleri yazayım dedim. Liste şu şekilde;

- Hava 30 derece olmasına ve bir de bol miktarda nem olmasına rağmen, herhangi bir ortamda açık olan camları “hastayım, üşütürüm, esiyor, cereyan yapıyor” diye kapatanlar:

Yahu kardeşim, zaten göz kırparken bile terleten bir hava var, ne diye saatte 1 milimetre hızla esen hızda bir rüzgar için (hatta rüzgar bile değil, esinti için) cam kapatılır? O cam açık olsa nasıl bir zararı olabilir? Sen psikolojik olarak hasta olmayasın diye biz hepimiz isilik mi olalım? Uyuz oluyorum.

- Yine aynı hava koşullarında, ortamda klima olduğunda “hastayım, üşütürüm, tam sırtımdan / boynumdan vuruyor” diyerek açıksa kapattıranlar, kapalıysa açtırmayanlar:

Güzel kardeşim, o alet varsa bir amaç için, ve işe yaradığı için var. Kimse sana dereceyi 16’ya getir hızı en sona çıkar ve donup öl demiyor ki! İnsan gibi ortalama bir hız ve sıcaklıkta aç, hepimiz rahatlayalım. Ama yok, klima şeytan icadı, hepimizi hasta eder… Uyuz oluyorum.

- Facebook’ta doğumgününü kutlayanlara statüsüne “Herkese teşekkürler! Thanks everyone!” vs tarzı şeyler yazanlar:

Gören de doğum gününüzü yüz binlerce insan kutladı sanacak. Yahu çok mu yorulursunuz iki dakika uğraşıp doğum gününüzü kutlayanlara cevap yazsanız? Sanki ünlü bir sanatçısınız da hayranlarınıza teşekkür ediyorsunuz. Ayrıca o İngilizce kısmı neden ekstra olarak var? Nedir yani yabancı arkadaşlarınız da mı var! Maşallah, nasıl da beynelmilel bir insansınız, hayran kaldım! Uyuz oluyorum.

Ve son olarak, beni en çok uyuz eden, en çok sinirlendiren, hatta “delirttiniz beni ey ehvenişerler” dememe sebep olan durum.

- En ufak bir statü / şöhret / otorite / güç / pozisyon sahibi insanın karşısında bile ezilip büzülen, yalakalık, şakşakçılık yapan, sahte iltifatlarla gözüne girmeye çalışanlar:

Elbette karşınızdaki insana saygı duyabilirsiniz. Ondan korka da bilirsiniz. Hatta tapabilirsiniz bile. Ama o insanın bir şekilde ‘büyük’ olması sizin ‘küçük’ olduğunuz anlamına gelmez ki! Nedir bütün bu gereksiz ezik laf ve davranışların sebebi? Hiç mi karakteriniz, kişiliğiniz yok sizin? Kendinize güveniniz bu kadar mı az? Bir duruşa sahip olmak bu kadar mı zor? Sonuçta karşınızdaki de bir insan, yani siz ne iseniz o da o. Ezilmeyin kardeşim! Uyuz oluyorum.

Baya bir şeye uyuz oluyormuşum, bunu gördüm. Ama olsun, “zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor” gerçekten. Ben kustum, siz (inşallah) okudunuz, ben rahatladım, siz (inşallah) eğlendiniz. Teşekkür ediyorum.

14.06.2009

Fark var

Bugün senelerdir beğenerek dinlediğim, hatta sesine de yorumuna da neredeyse taptığım bir sanatçıyla tanışma fırsatı buldum. Aslında kendisiyle daha önce de tanışmıştım ama o zamanın üzerinden 17 ek kilo ve bir burun ameliyatı geçirdiğim için hatırlamadığına çok şaşırmadım. Ancak hatırlamadığını belirtirken “Günde senin gibi 50 kişiyle tanışıyorum, hatırlayamadım” dedi, açık sözlüymüş diye değerlendirip geçtim. Benim şu an şan dersi aldığım hocam, kendisinin MESAM’dan (Türkiye Musiki Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) yakın bir arkadaşı, dolayısıyla ben de hocamın ismini vererek uzun bir süredir onla çalıştığımı belirttim. Daha sonra çok kısa olarak şu an yaptığım müzikten bahsettim ve kendisi şarkılarımı dinleyip yorum yapabilirse çok mutlu olacağımı belirttim. O da bana menajerinin bir telefon numarasını vereceğini, benim şarkılarımı menajerinin verdiği adrese postalayabileceğimi, onun da o şekilde alabileceğini söyledi. Ben de şarkılarım MySpace’de olduğu için direkt Facebook’tan göndereyim dedim, kendisi, onu herkesin arkadaş olarak eklemek istediğini ve arkadaşlık beklentileri olduğunu, dolayısıyla ekleyemeyeceğini söyledi (oysa ki benim herhangi bir beklentim yoktu, dahası arkadaş olarak eklemeden de mesaj olarak gönderebilirdim bağlantıyı). Kendi MySpace adresini verdi ve o sitede ekleyen herkesi kabul ettiğini, dolayısıyla oraya gönderebileceğimi belirtti.

Bu cuma günü ise, oyunculuk dersi için gittiğim Akademi 35Buçuk’ta, kursun kurucuları ve hocalarımızdan, yakın zamanda biten ‘Annem’ dizisinin başrol oyuncusu Vahide Gördüm’le düet yapıp şarkı söyleme şansını buldum (Facebook’tan izleyebilirsiniz). Kendisi de, eşi Altan Bey de daha ilk günden çok samimi davrandılar ve bizimle akranları gibi sohbet edip ilgi gösterdiler. Hatta Altan Bey’i ilk günden herkes Facebook’ta eklemişti. İkisi de çok mütevazi ve sıcak kanlı insanlar. Vahide Hanım’dan daha çok ders aldığımız için onu biraz daha yakından tanıyabildim ve sahip olduğu şöhrete rağmen hala bu kadar cana yakın ve samimi olabilmesi beni çok etkiledi; Ordu’ya film çekimine gitmeden önce hepimize cep telefonunu verdi ve istediğimiz zaman arayabileceğimizi belirtti.

Elbette arada fark var, sonuçta ben Vahide Hanım’ın öğrencisi olduğum için bana daha yakın davranmış olabilir ama yazının başında bahsettiğim (yeniden) tanışma sonrasında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Belki de benim beklentilerim çok yüksekti veya bu davranış gayet normaldi ve ben abarttım, bilemiyorum. Yine de ben biraz daha farklı, daha cana yakın bir tavır beklerdim.

Konuyla alakasız ama Mehmet Topuz’u alan Fenerbahçe’yi de tebrik etmek istiyorum. Umarım (ama hiç sanmıyorum) verdikleri 9 milyon avro + bir futbolcuya değer bu transfer.

8.06.2009

Keşf-i Şiir

Daha önce de bahsetmiştim, zamanında yazılmış ama şu ana kadar okumamış / dinlememiş olduğum güzel şarkı ve şiirleri keşfetmeyi çok seviyorum. Geçen yazıda bahsettiğim Behçet Necatigil’in internet sitesinde tüm şiirlerini okurken bir tanesini ilk kez gördüm ve çok beğendim. Sizinle de paylaşayım dedim:

Yıldızlar

Seni karanlıkta yatırıyorlar.
Korkuyorsun geceden:
Bakıp bakıp pencereden,
Yatağına sokuluyorsun.

Ben hep eski yerimdeyim, biliyorsun.
Hava açık olduğu zamanlar
Beni seyrediyor, seviniyorsun.

Ne olurdu, ben de,
Sana göründüğüm şekilde
Odana gelseydim.
Ateşböcekleri gibi,
Küçücük avucunda
Yanıp yanıp sönseydim.

Seneler geçip gider, büyürsün.
Bir gün olur, hepsi biter:
Endişeler, o çocuk üzüntün
Hepsi biter.
Aydınlanır senin için geceler,
Güneş gibi görünürsün.

Biraz sabır, küçük çocuk, biraz sabır.
Ama, Allah’ın koyduğu yerde,
Yıldızlar daima yalnızdır.


Karanlık yüzünden geceden korkmak, yıldızlar sayesinde geceden korkmamak, çocukça endişelerin geçmesi, gecenin içinde aydınlanmak ve karanlığın içinde yalnız kalmak. Güzel bir kurgu çizmiş şair ve her zamanki gibi çok fazla süslemeden anlatmış.

Böyle şeyleri keşfettikçe paylaşmaya devam edeceğim. Bir sonraki keşfe dek…

5.06.2009

Necatigil

Hülyalarıyla yaşardı,
Bir Behçet Necati vardı.
Gece yarılarında, sokakta
Kâğıda bir şeyler yazardı.
Şairliğinden yadigâr
Bu yel değirmenleri kaldı.


Bildiğiniz gibi en çok sevdiğim şairlerin başında Behçet Necatigil geliyor. Belki şiir yazma tarzını ve anlayışını kendime uygun bulduğum, belki yazdıklarında yaşantımdan izlere rastladığım, belki de en çok onun şiirlerini okuduğum içindir; bilemiyorum. Çok da önemli değil sebebi aslında, önemli olan eserlerinin güzelliğinin bir kişi tarafından daha fark edilmiş olması.

Kendisiyle ilgili bilgi edinmek istediğimde, ailesi tarafından hazırlanmış çok güzel bir siteye rastladım. http://www.necatigil.com/ adresinden ulaşabileceğiniz bu sitede, Necatigil’le ilgili yaşamından eserlerine birçok bilgiyi bulabilirsiniz. Üstelik bizzat ailesi tarafından hazırlanmış olduğu için bilgilerin güvenilirliği konusunda da bir şüpheye yer kalmıyor. Görebildiğim kadarıyla sitedeki tek eksik şairin çok az sayıda resminin bulunması.

Uzayacağa benzer
Tutuştuğumuz lâdes. İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nâzır
Bir eve taşındım. Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!


Bir vaktiniz olduğunda ziyaret edin, bir iki şiir okuyun. Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden birini bir de ailesinin dilinden dinleyin.

*Şiirler sırasıyla “Önsöz” 1942, “Lades” 1942

3.06.2009

The Formula

İnsan eski resimlere bakarken bir garip oluyor bazen. Elbette bu garip duygunun açılımı da sizin şimdiki haliniz ve resimlerde gördüğünüz kişi arasındaki farktan kaynaklanıyor. Bazen “ne güzel günlerdi” deyip o zamana dönmek isterken, bazen de “şimdiki aklım olsaydı” diyerek o günlerde yapamadıklarımıza, yani 'keşke'lerimize takılıp kalıyoruz.

Pek tabii benim 6 – 7 sene öncesinin resimlerine bakarken fark ettiğim en bariz durum, şu anki cüssemden 17 kilo daha düşük olmam. Şimdilerde nasıl kilo verebilirim diye düşünürken, o zamanlar kocaman kafası olan bir çöp adammışım (gerçi kafam hala büyük ama vücut da kütle olarak şu an ona uyumlu). İşin aslı ise, o zamanki çöp adamlığım yalnızca fiziksel değilmiş; akademik olarak başarılı olsam da, sosyal olarak ne yazık ki bayağı eksikmişim. Tabiri caizse ‘ezik’ dönemlerimmiş ve o dönemki kendime güvensizliğimle birçok şeyi yanlış değilse de eksik yaşamışım.

Bu yüzdendir ki ‘Her şey Çok Güzel Olacak’ filminin şarkılarından biri olan ‘Bir Zamanlar Fırtınalar Estirirdim’ şarkısını çok severim; çünkü bu şarkıyı dinledikçe, tezat ve ironik bir şekilde, değil bir fırtına, o zamanlar hafif bir rüzgar bile olamayışım aklıma geliyor. Pek tabii ki şu güne kadar çok değiştim ve kendimle (ve kilolarımla) gayet barışığım. Ama bazı şeyleri de zamanında yaşamak, avanak asnak gezmemek lazımmış (“şimdiki aklım olsaydı” durumu).

O zamanlar bir de kafamda bir formül yaratmıştım; Ölümsüzlük = Gençlik + Özgürlük. Hatta daha karizmatik geldiği için formülü İngilizce yazmıştım; “I’m young and I’m free, thus I am immortal” şeklinde. Şimdi kulağa komik gelen bu durum o zaman gerçekmiş aslında, öğrenciyken ders dışında hiçbir sorumluluğumuz yoktu, hem de ‘teen’ denecek şekilde gençtik, cidden de bir anlamda ölümsüzmüşüz. Şu anda ise yaşıtlarımızla takıldığımızda en çok söylenen sözler gençliğin ve özgürlüğün elden gidişiyle ilgili oluyor (Örn. “Abi etraf çoluk çocuk dolmuş” -herhangi bir piyasa mekanı için- veya “İş güç nasıl gidiyor”. Ki bu ikinci sorunun cevabı da çoğunlukla nefret -en iyi ihtimalle idare etme- sözcükleri oluyor).

Sıradaki şarkı, gençliğinde fırtınalar estiren ve estirmeyen herkes için gelsin: http://fizy.com/s/115x1v

1.06.2009

O Gün

Bir aralar Natalie Imbruglia adında, şarkıları kadar güzel yüzü olan bir bayan şarkıcı vardı hatırlarsınız. ‘Torn’ adlı şarkısıyla üne kavuştuktan sonra başka birçok başarılı şarkı da söyledi aslında. Ama bu aralar ortalarda gözükmüyor, umarım yeni bir albüm üzerinde çalışıyordur da kendisini yeniden dinleyebiliriz.

‘Torn’ şarkısı kadar güzel olan bir başka şarkı da ‘Wrong Impression’. Hatırlarsanız onun klibinde şarkıcı bisikletle gezip etrafa gülücükler saçıyordu. Ama Sanatçının beni en çok etkileyen şarkısı ‘That Day’ oldu. Elbette bunda sözlerle klibin müthiş uyumu büyük rol oynuyor ama sadece şarkı olarak bakıldığında bile bence gayet başarılı bir eser. Klibi aşağıda izleyebilirsiniz.


Natalie Imbruglia - That Day
Yükleyen Alexander_Band - Music videos, artist interviews, concerts and more.

“And it's okay
And I'm small
And I'm divine
And it's beautiful
And it's coming
And it's already here
And it's absolutely perfect”

Hepimiz bazen çok üzgün oluyoruz, hayata karşı kendimizi küçük hissediyoruz, ve hatta hayattan korkuyoruz. Ama olsun, bunlar da hayatın bir parçası. Doğruyuz, ve yanlışız, ve bu çok güzel.

29.05.2009

Karma

My Name is Earl izleyenler bilir, her bölümde çok çabuk etki eden bir Karma işleyişi vardır. Bugün de benim için biraz öyle oldu.

MBA’den bir arkadaşımla İTÜ’deki doktora programlarına başvurumuzu yapmak için üniversitenin Maslak kampüsüne gittik. Arkadaşım başvuruyu yapmak için işten izin almıştı, dolayısı ile işlemleri hızlı bir şekilde halletmeye çalıştık. Başvuru ücretini yatırmak için kampüs içindeki bankaya gittiğimizde gördük ki orada yüzlerce öğrenci vardı ve işkence gibi bir bekleme süresiyle karşı karşıyaydık. Bu yüzden okuldan çıkıp aynı bankanın Maslak’taki başka bir şubesine gittik ve işimizi hallettik. Okula dönmeden bir şeyler atıştırmak için oturduğumuz köftecide bir müşteri yemekleri geç geldiği için garsonları çok feci şekilde azarlıyordu, biz ise bizim de yemeklerimiz biraz gecikmesine rağmen gayet anlayışlı davrandık ve okula döndük. Ancak arkadaşım işlem için gereken belgelerden birini köftecide unutmuş olduğunu fark etti ve almak için geri döndü. Meğer garsonlar belgeleri masada görünce, orada bırakmak veya atmak yerine özenli bir şekilde saklamışlar. Belki de biz de diğer müşteri gibi onlara çemkirseydik, o belgeleri çöpten toplamamız gerekecekti.

Bankasal işlerimizi halledip okula geri döndüğümüzde öğrenci işlerinde inanılmaz bir sıra vardı. İşlemler için 380 ve 381 numaralı sıraları çektik, ancak o sırada daha 150’inci öğrencinin işlemi yapılmaktaydı. Dışarı çıktım ve bu durumu cep telefonunda biraz sıkıntıyla bir arkadaşıma anlattım (erken biterse bir konuda ona yardımcı olacaktım çünkü) ve çaresiz bir şekilde tekrar içeri girdim. Bu sırada bir genç yanıma geldi ve “Abi dışarıdaki konuşmana kulak misafiri oldum, bende fazladan bir tane var” diyerek 215 sıra numarasını bana verdi. Demek ki iyi insanlar hala var diye düşündüm ve numarayı arkadaşıma gösterdim. 215 sırası gelince işlemlerimizi yaptırmak için hazırlandık ancak her numara sırasıyla tek kişinin işlemi yapılabileceği söylendi. Ne kadar rica etsek de ikimizin de işlemini yaptıramadık, dolayısıyla ben de arkadaşımın bir an önce işe dönmesi gerektiği için 215 sırasını ona kullandırttım ve makus talihimle 380 numarasını beklemeye başladım.

Sonrasında ise arkadaşımın TOEFL’la ilgili bir problemi oldu ve içerideki başka görevlilerle görüşmeye gitti. Ben de arabasız bir şekilde İTÜ özerk ülkesinden nasıl dönülür diye düşünüyordum ki arkadaşım içerden gelerek beni çağırdı, meğer oradaki görevlilerden biri 215 sırasını kullanamama durumumu fark etmiş ve benim de o anda işlemimi yapmama izin verdi (o vakit diliminde işlemler 260 sırasındaydı). Ben de işlemlerimi yaptırdım ve yavaş yavaş okuldan çıkmaya hazırlandık. Bu sırada yeni gelen insanların sıra numaralarına baktığımda gördüm ki 600’lere kadar gidiyordu, ben de elimdeki 380 ve 381’leri bağışlamak istedim ve numaraları 500’ün üzerinde olan iki kişiye sıraları verdim. Yüzlerindeki rahatlama ifadesi görülmeye değerdi.

“İyilik yap, denize at” şeklinde davrandığımız zaman, sonuçları “iyilik yap, iyilik bul”a dönüşebiliyormuş gerçekten. O yüzden hepimiz cep telefonlarımızdan SMS bölümüne girip ‘DESTEK’ yazıp 5633’e gönderelim, ‘Engelleri Kaldıralım’ adlı TESYEV’in (Türkiye Engelliler Spor Eğitim ve Yardım Vakfı) yürüttüğü engelli vatandaşlara yardım programına katkıda bulunalım (5TL). Konuyla ne alakası var demeyin, iyilik yapın, gerisi gelir.

27.05.2009

Flash video rehberi

Bildiğiniz gibi YouTube veya bu tarz sitelerdeki videoları indirmek biraz meşakkatli bir iş. Bu işi yapan bazı programlar olsa da çok güvenilir değil kendileri ve de siteler kodlarını güncelledikçe bu programlara karşı koruma da eklenebiliyor. Bir diğer yöntem ise KeepVid tarzı siteleri kullanarak videonun linkinden görüntünün bilgisayara aktarılmasını sağlamak. Bu sitelerdeki problem ise bağlantının direk videoya ait olması gerekliliği, yani siz herhangi bir sayfada yer alan bir videoyu indirmek isterseniz bunu kullanamazsınız, çünkü verilen bağlantı videoya değil o sayfaya ait. Yani yalnızca YouTube tarzı video odaklı siteler kullanılabilir (çünkü bu sitelerde bağlantılar direk videolaradır).

Eğer sayfadaki video bağlantısı Windows Media Player aracılığı ile görüntüleniyorsa, o zaman o videoyu indirmek çok zor değil; videonun üzerine sağ tıklayıp ‘Properties’e girince orada ‘Location’ bölümünde videoyu indirebileceğiniz direkt link yazıyor. Bu linki de Internet Explorer’a koyarak, ya da Flashget tarzı bir dosya indirme programıyla rahatlıkla indirebilirsiniz.

Sayfadaki video bağlantısı Adobe Flash Player ile sağlanıyorsa, o zaman işler biraz karışabiliyor. Benim son zamanlarda keşfettiğim yöntem şu: videonun bulunduğu sayfayı açıp Internet Explorer seçeneklerinden ‘Page’i seçip daha sonra ‘View Source’u seçmek. Bu size sayfanın HTML dilinde detaylı şeklini gösterecektir. Bu sayfadan ‘FLV’ veya ‘SWF’ diye aratma yaparsanız, çoğu zaman yayınlanan videonun direkt linkine ulaşabilirsiniz. Bu videoyu da yukarıda anlattığım şekilde (Flashget vs.) bilgisayara indirebilirsiniz.

Elbette bu indirme sonucunda dosya .flv veya .swf formatıyla kaydolacaktır. Bu formatlardaki videoları Adobe Media Player veya Nero ShowTime ile izleyebileceğiniz gibi, daha yaygın formatlara da dönüştürmeyi seçebilirsiniz. Bunun için de internette birçok bedava yazılım mevcut (örn. Quick Media Converter).

Pek tabii ki bu indirme işlemlerini yapmadan önce videonun kullanım hakları konusunda bilgi sahibi olmak lazım; çünkü herhangi bir videoyu izin almadan veya kaynak göstermeden kullanmak hem etik olarak yanlış, hem de hukuki olarak yaptırımları olabilir. Dolayısı ile bu işlemleri bilinçli bir şekilde yapmak ve fikri mülk sahiplerinin haklarına saygı duymak en doğrusu olacaktır.

25.05.2009

Madalya

Beşiktaş – Kadıköy vapuruna binmeden önce dikkatimi çekmişti. Soluk kahverengi pantolonu, aynı renkteki biraz büyükçe ceketi ve lacivert t-shirt’üyle iskelenin önünde dolanıyordu. Ceketinin sağ üst kısmında madalyaya benzer, altın renginde bir cisim asılıydı. Hafif aksak adımlar ve kambur bir duruşla yürüyerek vapura bindi.

Vapur onun her zaman bindiği vapurlardan değildi, belediyenin yeni hizmete soktuğu daha büyük, daha ferah ve daha temizlerdendi. Dışarıdan giderek vapurun ucuna doğru ilerledi, vapur hareket etmeye başlayınca da kenardaki demirlerden birine tutundu ve denizi seyretmeye başladı.

Kısa bir süre sonra demirleri tutmayı bıraktı. Herkesin duyabileceği yükseklikte bir sesle Türk Sanat Müziği’nden bir şarkı söylemeye başladı. Söylerken ellerini ve kollarını bir orkestra şefi gibi sağa sola sallayarak kendi şarkısına eşlik etti. Duruşu da dikleşmişti, vapur yavaş yavaş denizin ortasına ilerlerken, ellerini iki yana açtı, dalgaların gürültüsüne, koskoca denize meydan okurcasına daha da bağırarak şarkı söylemeye başladı. Birçok insan ona garip bakışlarla bakıyordu, bazıları gülerek, bazıları acıyarak. Onun ise dünya umurunda değildi, boğazın eşsiz manzarasına karşı serenat yapıyordu, yüzünde genç bir mutluluk, gözlerinde huzur, göğsünde madalya, aklında eski günlerin ihtişamıyla.

Yolculuk bittiğinde aksak adımlarla vapurdan indi, Kadıköy iskelesinde dolanmaya başladı. Beli kamburlaştı, yüzündeki çizgiler biraz daha belirginleşti. Beşiktaş seferini beklemeye başladı…

23.05.2009

Eve Dönüş

Bir önceki yazıda bahsettiğim şarkı ve tarzını çok seviyorum. ‘Easy Listening’ yani kolay dinlenen, rahat olan ve rahatlatan şarkılardan bahsediyorum. Açıkçası kendi yaptığım şarkıların önemli bir kısmının da bu şekilde olmasına çabalıyorum. Ne tam yavaş ne tam hızlı, ne çok depresif ne gereksiz mutlu, aynı hayatın kendisi gibi kararsız ama dengeli şarkılar.

Bunun belki de en iyi örneklerinden biri Kanye West’e Coldplay grubunun solisti Chris Martin’in eşlik ettiği ‘Homecoming’ şarkısı. Yine bir eve dönüşü anlatan şarkı çok güzel, ve bunda şarkıdaki piyano eşliğinin ve Chris Martin’in vokalinin rolü çok büyük.

Kanye West - Homecoming


“Do you think about me now and then
Cause I’m coming home again
May be we could start again”

Şaşaa ve gösterişi etkileyici bulmama rağmen sadelik ve saflıktan daha da çok etkileniyorum. İnsani duygular gibi karışık olguları bu kadar güzel ve süssüz bir şekilde anlatabilmek önemli ve zor bir yetenek. Zorluğunun sebebi ise, o sadeliğin dengesini yakalamak; eğer ipin ucu kaçarsa sadelik basitliğe dönüşebiliyor çünkü.

Homecoming bu konuda doğru bir dengeyle hak ettiği başarıyı yakalayabildi. Bu tarz başarılı şarkıları buldukça da paylaşmaya devam edeceğim.

21.05.2009

Şanslı

Bir süredir şarkılardan bahsetmeyi unutmuştum blogda, bugün izlediğim yeni bir videoyla bu ulvi görevimi yeniden hatırlamış oldum.

Pek tabii benden beklenen şarkılar Türkçe olur ama bu sefer yabancı bir şarkı çok hoşuma gitti ve sizinle onu paylaşmak istedim. ‘Lucky’ adlı bu şarkıyı Jason Mraz ve Colbie Caillat söylüyor. Çok iddialı bir şarkı değil, çok fazla iniş çıkış veya eksantrik sürprizler de yok, gayet sade, rahat ve hoş bir şarkı (İngilizce'de easy listening olarak geçiyor bu tarz müzikler). Şarkının klibini aşağıdan izleyebilirsiniz:


Şarkının sözlerinin en hoşuma giden yerleri de:

"Lucky to have been where I have been
Lucky to be coming home again
...
Lucky to have stayed where we have stayed
Lucky to be coming home someday"

Gerçekten de bazen lüks dertlerimize o kadar yoğun bir şekilde kapılıyoruz ki, elimizdekilerin varlığının farkında olmayı ve onlara sahip olduğumuz için şanslı olduğumuzu unutuyoruz. Oysa ki şarkıda da söylendiği gibi, bulunduğumuz yerde olmak ve istediğimizde eve dönebilmek bile çok büyük bir şans. Sanırım biraz da bunların farkında olmak lazım...

19.05.2009

Destiny Found

Muhteşem bir 80 dakikalık sezon finalinden sonra Lost dizisi 2010 yılından itibaren 6. sezonuyla yeniden yayınlanmaya başlayacak. Kötü haber ise bu sezonla birlikte dizinin sona erecek olması.

Spoiler olmaması için 5. sezonun finaliyle ilgili herhangi bir bilgi vermeyeceğim, ancak bu finalle birlikte Jack’in neden dizinin başrolünde olduğunu, sezon boyuncaki enteresan davranışlarının sebebini, Kate’in Jack’i mi Sawyer’ı mı gerçekten sevdiğini ve John Locke’la ilgili olağanüstü gerçekleri öğreniyoruz.

Bu final bölümü sanırım Lost dizisi boyunca izlediğim en iyi, en sürükleyici ve en tatmin edici bölümlerden biriydi. Hala izlemeyenler varsa hemen izlemelerini öneriyorum.

Bir de elbette 6. Sezonda neler olacağı konusu var. Henüz bir şey söylemek için çok erken, ancak şimdiden ABC son sezonun ilk resmi fragmanını yayınladı. Onu da aşağıda izleyebilirsiniz.



‘Destiny Found’ son sezonun en önemli sözü olacak belli ki. Bu arada açılan göz kimin gözü derseniz… dizinin sonunda ne olacağını bilen tek oyuncuya, yani başrol oyuncusuna ait.

İki tane de önemli detay verelim. İlki, 6. sezon sonunda karşılaştığımız çok önemli karakterin duvarındaki şiltede yazan yazı; Yunanca olan yazının çevirisi: "May heaven grant you in all things your heart's desire." (Homer, The Odyssey).

Bir de kritik önem taşıyan “What lies in the shadow of the statue?” sorusu var. Bu soruya verilen Latince cevap "Ille qui nos omnes servabit" yani çevirirsek "He who will save/protect us all."

17.05.2009

Avro-Vizyon

Şunu kabul etmeliyiz ki onca önyargı, eleştiri, müdahale ve de bunların sayesinde oluşan moralsizlik ve demotivasyon sonucunda Hadise’nin Eurovision’da dördüncü olabilmesi büyük bir başarıdır. Ne yazık ki ülke olarak yapıcı eleştirinin ne olduğundan haberimiz bile yok; bizde eleştiri, aşağılamaktan başlayıp hakarete kadar giden ve tek amacı eleştirilen şahsı kötülemek olan bir olgu. Hadise için yapılan eleştiriler de ne yazık ki bu genel olgunun dışına çıkamadı ve dolayısı ile kendisi yarışmada minimum moral ve destekle şarkı söyledi. Hadise’nın kıyafeti, performansı, sesi veya yorumu beklenen güzelliğin altındaysa, bunun sorumlusu Hadise değil, ona destek olmak yerine köstek olmayı seçenlerdir. Puanlar verilirken Hadise’nin yüzündeki buruk ifade ve hak ettiği sevinci tam olarak yaşayamaması da bütün bunların üzücü bir sonucudur.

Neyse ki her şeye rağmen yarışmadan başarıyla ayrılarak bu seneyi kurtardık. Yarışmanın adı Eurovision, yani kaba bir çeviriyle Avrupa ‘Vizyon’u. Umarım bundan sonraki yıllarda katılan sanatçılarımıza yarışmanın adına dikkat edilerek davranılır; Almanya şovunda Dita von Teese’e yer verirken biz Hadise’nin tanıtım klibini çok açık olduğu için yasaklamakla uğraşıyorduk. Ayrıca hala katıldığımız şarkı İngilizce olmazsa başarılı olamayız gibi anlamsız bir önyargıya da sahibiz. Türkiye’nin Eurovision’daki en büyük başarısı Sertab Erener’in birinciliği olsa bile, benim gözümde ondan daha da önemli bir başarımız var, Şebnem Paker’in ‘Dinle’ adlı, tamamen Türkçe olan ve Türk ezgi ve sazlarını içeren şarkısıyla elde ettiğimiz üçüncülük. Unutanlar için: http://fizy.com/s/105etj

Değinilmesi gereken başka bir konu daha var. Bildiğiniz gibi ülkemizdeki bazı ‘büyük’ sanatçılar, Eurovision yarışmasını ‘küçük’ görüyorlar ve bu yüzden katılmayı reddediyorlar. Kendilerine sadece iki kelime söylemek istiyorum: Patricia Kaas. Tabiri caizse yaşayan bir efsane olan Kaas, Eurovision’a katılmış isimler arasında gelmiş geçmiş en ünlülerinden biri, ki bu ünü de sesi, yorumu ve duruşuyla sonuna kadar hak ediyor. Yarışmada ilk 10’a girebilmiş olması çok önemli değil, onu bu yarışmada canlı olarak izleyebilmiş olmak bile tüm müzik severler için bir ayrıcalıktı. Çok sade bir kıyafet ve dekorla sahneye çıktı, sade bir şarkı söyledi, şarkının sonunda ise dans edercesine zarif adımlarla selam verdi ve performansını noktaladı. Ama kendisi, o sadeliğiyle tüm izleyenlere adeta karizma dersi verdi; selam vermeden önceki görkemli adımları ve yalnızca asilzadelerde rastlanabilecek derecede ihtişamlı selamı ile izleyenleri tek kelimeyle büyüledi; karizmatik olmaya çalışan, ‘cool’ takılan herkese bu işin nasıl yapılması gerektiğini gösterdi (önce sade olarak tarif ettiğim hareketleri bir cümle sonrasında görkemli olarak nitelemem tezat değil, tam tersine, Kaas, sade hareketlerle o görkemli hisleri verebildiği için tapılası derecede etkileyiciydi).

Tahmin ediyorum ki bundan sonra Türkiye’de hiçbir sanatçı Patricia Kaas gibi bir dünya yıldızının da katılmış olduğu Eurovision’a burun kıvıramayacaktır. Zaten Kaas’a rağmen yarışmayı hala küçümseyebilen ‘sanatçı’lar varsa, kendilerine helal olsun diyor, sanat yaşamlarında başarılar diliyorum.

13.05.2009

Şampiyonluk provası

Bugünkü maçı seyrettikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, eğer Beşiktaş’lı futbolcular kalan lig maçlarında kupada gösterdikleri istek ve performansı gösterirlerse, şampiyon olmaları kaçınılmaz.

Kısaca teker teker geçersek, öncelikle Yusuf ilk alındığında büyük tepki gösteren bütün Beşiktaş taraftarları (ben dahil) kendisine bir özür borçluyuz, oynadığı her dakikanın hakkını veriyor kendisi. Ayrıca zamanında Tello ilk transfer edildiğinde kimsenin bilmediği Şili’li boşa transfer olarak görülürken şu anda görüyoruz ki kendisi Sergen’den sonra Beşiktaş’ta oynayan en yetenekli ve verimli sol ayaklı futbolcu. Bobo ve Holosko ise ara ara performans düşüklükleri yaşasalar da genel anlamda becerikli ve gole yakın oyuncular. Bir de yeni transfer Ernst var ki geldiği ilk günden beri enerjisi, çalışkanlığı ve özverisiyle şimdiden takımın vazgeçilmezlerinden biri oldu.

Bu saydığım isimler bugünkü kupa maçında çok iyi oynadılar ve sonuç olarak Beşiktaş 4 – 2 gibi farklı ve haklı bir galibiyete ulaştı. Bir Beşiktaş taraftarı olarak dilerim ki bu performans ligde de devam etsin ve şampiyon olalım. Ama daha da önemlisi, ligin sonunda sonuç ne olursa olsun, UEFA veya Şampiyonlar Ligi’ne gittiğimizde inşallah başarılı olalım ve hem ülke puanımız artsın hem de Galatasaray’dan sonra Avrupa’da büyük başarılara imza atabilen başka takımlarımız da olsun.

Fenerbahçe için de birkaç şey söylemek gerekir sanırım. Öncelikle umarım en kısa zamanda toparlanırlar ve yeni sezonda iddialı bir takım haline gelirler. Her ne kadar koyu bir anti-fenerli olsam da rekabete dahil olmadıktan sonra Fenerbahçe’yi sevmenin veya sevmemenin herhangi bir anlamı yok. Gazetelerden okuduğum kadarıyla Bilica ve Mehmet Topuz’la anlaşmışlar, ikisi de çok iyi futbolcular ama inşallah genelde futbolcu öğütücüsü olarak iş gören Fenerbahçe’de başarılı olurlar (bkz. Zafer Biryol, Tarık Daşgün, Kemal Aslan, Burak Yılmaz, İlhan Parlak…).

Sivasspor’u ise şimdiden tebrik ediyorum, şampiyon olurlar veya olmazlar çok önemli değil, genelde 3 olan bazı zamanlarda da Trabzonspor’un performansına göre 4’e çıkan büyük takım sayısının 5’e çıkabileceğini gösterdiler, en azından son 2 sene için. Ancak eğer lig sonunda şampiyonluk gelmezse ya da herhangi bir Avrupa kupasına katılamazlarsa, takımdaki faydalı isimlerin başka kulüplere dağılma ve sonuç olarak Sivasspor yeni sezona daha güçsüz girme ihtimali de artabilir, buna dikkat edilmeli.