26.12.2010

Bed of Roses

There is nothing that the rain won’t clean
However much we may have sinned
Fade away, they will, as if unseen
With each drop our soul is skinned

There is nothing that the rain won’t clean
It’s time for the soul to rest and dream
To see what it’s done, and know where it’s been
And put the final dot to each and every ream

There is nothing that the rain won’t clean
Yet it better stop now; the soil has thinned
It must smell nice, and feel serene
For I came for the roses, not the wind.

***

Bir süredir İngilizce şiir yazmayı denememiştim, umarım unutmamışımdır.

20.12.2010

Ziyaretçiler

Televizyon tarihinin en başarılı iki bilim kurgu dizisinden Battlestar Galactica (BSG) ve 4400, benim de kişisel olarak beğenerek izlediğim dizilerdendi. 4400 dördüncü sezonda biterken BSG dört sezon ve birçok ekstra bölümle tamamlandı. Şu anda BSG serisinin öncesini anlatan Caprica dizisi ise yayınına ilk sezonunu bitirerek devam ediyor.

Bu yazının konusu ise, yine kaba tabirle uzaylıları konu alan V (Visitors) dizisi. Genelde yeni bir diziye başlarkan kafamda dizinin kalitesine dair soru işaretleri oluşur; bazı diziler ilk birkaç bölümde kalitesini belli ederken (örn. Dexter) bazıları ise sezon ilerledikçe aradığınız tempo ve kaliteyi yakalar (bkz. Fringe).

V ise beni bu konuda çok şaşırtarak daha pilot bölümünün ilk dakikalarında kalitesini belli etti. Başrollerinde Joel Gretsch (4400, Tom Baldwin) ve Elizabeth Mitchell (Lost, Juliet Burke) ile birlikte birçok farklı diziden tanıdık simanın bulunduğu bu dizi, BSG çapında, 4400 havasında bir bilim kurgu dizisi. Aşağıda fragmanını izleyebilirsiniz:



Henüz ilk sezonu bitirmemiş olmama rağmen şimdiden bilim kurgu severlere net bir şekilde tavsiye edebilirim; hem konu, hem oyunculuk, hem de çekim kalitesi çok iyi bir dizi. Elbette ne kadar uzun soluklu olur onu bilemem, ancak en azından bir ikinci sezon da olacağını biliyorum. Gerisini zaman gösterecek.

“We are of peace, always” – Anna, Visitor High Commander

13.12.2010

İstersen bak, ama atlamak zorunda kalacaksın

Bu şiirle karşılaşmam aslında çok tesadüfi bir şekilde oldu; kaçırdığım Latince sınavına girmek için üniversitedeki yabancı diller departmanı asistanlarının odasına gitmiştim, sınavı olduktan sonra kapıdan çıkarken asılı bir kağıt gözüme çarptı ve bu şiiri gördüm:

Leap Before You Look

The sense of danger must not disappear:
The way is certainly both short and steep,
However gradual it looks from here;
Look if you like, but you will have to leap.

Tough-minded men get mushy in their sleep
And break the by-laws any fool can keep;
It is not the convention but the fear
That has a tendency to disappear.

The worried efforts of the busy heap,
The dirt, the imprecision, and the beer
Produce a few smart wisecracks every year;
Laugh if you can, but you will have to leap.

The clothes that are considered right to wear
Will not be either sensible or cheap,
So long as we consent to live like sheep
And never mention those who disappear.

Much can be said for social savoir-faire,
But to rejoice when no one else is there
Is even harder than it is to weep;
No one is watching, but you have to leap.

A solitude ten thousand fathoms deep
Sustains the bed on which we lie, my dear;
Although I love you, you will have to leap;
Our dream of safety has to disappear.

Wystan Hugh Auden

Şiire bir bütün olarak baktığımızda, temposu ve akıcılığı bence çok dalgalı gidiyor; ara ara güzelleşirken bazen de basitleşiyor. Sanırım böyle durumlarda şiirin tamamından ziyade, birkaç ilham verici mısrayı belirleyip onlarla yetinmek lazım. Şiirde de bu mısralardan yeterli sayıda olduğu için, şiiri başarılı buldum.

Enteresan olan, şiirin benim hayatıma yansıması son zamanlara kadar yüzde sıfırdı, ben tam tersine atlamadan önce bakanlardanım, ki hala da öyleyim ama yavaş yavaş daha az bakmaya ve atlamasam da adım atmaya başladığımı hissediyorum.

Yine de çok daha güzel İngilizce şiirler var okumak isteyenlere, bakınız: http://hayatyenilerbizleri.blogspot.com/2009/04/i-am-not-there.html veya http://hayatyenilerbizleri.blogspot.com/2010/03/day-is-done.html.

4.11.2010

De Gülüm

Geçenlerde bir şekilde küçüklüğümüzde bizi etkileyen figürlerden biri hakkında yazı yazmamız istenince, aklıma lise zamanındaki Türkçe hocalarımdan biri gelmişti. Fiziksel olarak hepimizle aynı mekanda olsa da manevi olarak çok farklı yerlerde olan bu hocamız, samimi ve cüretkar tarzı, duygusal yaklaşımı ve keskin argümanlarıyla beni tabiri caizse büyülemişti; hatta o zaman bu hoca yüzünden ben de Türkçe öğretmeni olacağım gibi bir düşünceye kapılmıştım.

Gel gelelim, yine eğitimin içinde olsam da bir Türkçe öğretmeni olmadım. Ancak hocamızın o zaman bizlerle paylaştığı bir şiiri de hiç unutmadım, şimdi de ben paylaşayım dedim:

De Gülüm

de gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim
İstanbul darmadağın olacak, saçlarım
darmadağın. Hepsi, darmadağın!
üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,
ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!
de gülüm! De ki: bitmiştir umut, bitmiştir
sevgi, bitmiştir güven!
güven bana gülüm!
sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır
hasretten-hakikaten-ten değiştiren yüzüm!

göreceksin gülüm! Bekle!
hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere
hainlere, ezilmelere alışacak..
göreceksin-sevinçten ağlayacaksın gülüm-ki
işte o vakit bana-doğrudur!-
şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak!
bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
sokaklar var, kediler!

inan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
ölüm inananlar için sessizce
kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..
göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!

Küçük İskender

***

Çok da güzel okurdu cidden şiirleri, belki de o yüzden daha da etkileyiciydi o zamanlarda bu şiir benim için. Şimdi de çok güzel tabii, o ayrı.

edison’un dediğine göre her yazıyı anlamlı bir şekilde bitirmem biraz göze batıyormuş, doğrudur da, böyle şairane bir bitiriş yapmak hoşuma gitse de zorlama olabiliyor bazen. O yüzden bu yazıyı o numaraları yapmadan bitiriyorum… bitti.

8.10.2010

Ekmek arası

İnsan bazen acıktığında, yemekten ziyade doyurucu bir atıştırmalık olarak sandviç yemek istiyor. Elbette evlerde genelde sandviç ekmeği yerine bildiğimiz beyaz ekmek olduğu için de bu öğün ekmek arası formasyonuna dönüşebiliyor.

Ekmek arası, yapması ne kadar kolaysa yemesi de o kadar zevkli bir yemektir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bazı detaylar var;

• Kimse kendini kandırmasın, ekmek arası için beyaz ekmekten daha lezzetli bir ekmek çeşidi yoktur; dolayısıyla tüm ekmek arasılarda beyaz ekmek kullanılmalıdır.
• Sürülen reçel vb. maddeler ekmeğin tek tarafına değil 2 tarafına da sürülmelidir. Ekmeğin arasında başka malzemeler de olsa asıl tat onlarda olacağı için yeterince konulmalıdır. Ancak çok abartılırsa tadı biraz bozabilir. Genel olarak sürülen malzemeler önce kullanılmalı, sonra arasındaki malzemeler koyulmalıdır.
• Bu tamamen kişisel bir görüş ama bence kaşar peynir yerine dil peyniri tercih edilmelidir. Ben her şekilde daha lezzetli olduğunu düşünüyorum. Eski kaşarı ise hiç sevmediğim için o konuda yorum yapamayacağım. Geri kalan daha eksantrik peynir çeşitleri de deneme olarak kullanılabilir.

Şimdi de bazı kombinasyonlara bakalım;

• Beyaz peynir & domates: Klasik, yeterince lezzetli ve nispeten sağlıklıdır. Domateslerin bol kullanılması ve de taze ve sulu olmaları kritik önem taşır. Beyaz peynir yağlı olmalı ve de çok sert olmamalıdır. Tatsız bir domates bütün öğünü berbat edebileceği için bu ekmek arasından önce domatesin tadı test edilmelidir.
• Beyaz peynir & çilek reçeli: Başarılı bir kombinasyondur, reçel çok tatlıysa daha az konulabilir. Çok sık yenirse bayabilir, ara ara yenmesi uygundur.
• Dil peyniri & vişne reçeli: Yine güzel, birbirini tamamlayan malzemelerdir; vişne reçelinin ölçüsü kaçarsa bu güzellik bozulacaktır. Reçeldeki vişnelerin çekirdekleri çıkartılmazsa, yeme sırasındaki lezzet hışmında birkaç diş heba olabilir.
• Dil Peyniri & salam (veya pastırma): Aslında salamla beyaz peynir de kullanılabilir ama dil peyniri bu durumda biraz daha uygun olabilir. Salam, ekmeğin 2 tarafına da koyulmalıdır, taraf başı 2 – 3 dilim yeterlidir. Salam yerine pastırma da uygun olacaktır, pastırmanın çemeni gerekmediği sürece çıkartılmamalıdır.
• Mayonez & salam: Bu listedeki en sağlıksız ama en lezzetli ekmek arasıdır. Mayonez kullanırken çok ölçülü olmak şart değildir, mide bulandırıcı seviyeye gelmedikçe problem olmaz. Önce salam konulması, sonra arasına mayonez sürülmesi lezzeti yoğunlaştıracaktır.
• Fındık ezmesi: Bol bol konulabilir, aşırılığı tadı hiç bozmaz. Çoğunluğun beğenisi Nutella yönünde olsa da bence Chokella açık ara daha lezzetlidir.
• Çilek reçeli & fıstık ezmesi: Bir kalori bombası olsa da tatlı krizi geldiğinde çok işe yarayacaktır. Ancak tatlı sevmeyenlere çok uygun olmayabilir. Önce fıstık ezmesinin sürülmesi mantıklıdır.
• Sosis & ketçap – mayonez: Şimdi bu elbette bir hotdog bozması ama bir fark var, sosis çiğ olarak konulmalıdır. Ketçap ve mayonez bocalama koyulabilir, gayet de güzel olur. İstenirse çok az hardal da eklenebilir. Elbette sosis diğer malzemeler sürüldükten sonra konmalıdır.

Farkındasınızdır ki bu kombinasyonlar minimum efor – maksimum lezzet formülüyle yaratıldığı için ısıtma, pişirme veya 3’ten fazla malzeme kullanma gibi zorluklar belirtilmemiştir. Ancak midesine güvenenlere şunu tavsiye edebilirim:

Beyaz peynir & domates & salam & çilek reçeli & tereyağı: Ekmeğe tereyağı çift taraflı olarak sürüldükten sonra çilek reçeli sürülür. Daha sonra salamlar konur, sonra domatesler, en son da beyaz peynir dilimleri. Ben küçükken çok yediğim bu kombinasyona ‘kusmuk’ adını vermiştim, çok da severdim, eminim hala da güzeldir.

Daha gereksiz ve anlamsız bir blog yazısı yazabilir miydim emin değilim, ama denemelerim devam edecek. Afiyet olsun.

22.09.2010

İlk Güzel Hareket Bu

‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’ adlı programın hiçbir özelliğini sevmiyorum; programı izlerken bir kere bile güldüğümü de hatırlamıyorum. Espriler çok banal, konular fazlasıyla zorlama ve oyunculuk da ne yazık ki başarısız. Programın bu kadar çok izlenmesine ve hak ettiğinden çok daha fazla başarı elde etmesine çok bir anlam veremiyorum.

Bu ay ise ilk kez, bu ekibin yaptığı bir işi komik ve kaliteli buldum (gerçi itiraf etmek gerekirse sinema filmlerinin fragmanındaki bir sahnede de gülmüştüm). Filmsiz fragman adı verdikleri bu prodüksiyonda 300 Spartalı filmine gönderme yapılarak komik ama gerçek bir konu işlenmiş. Video şu şekilde:


Öncelikle güzel bir konu bulunmuş ve gayet esprili bir şekilde işlenmiş. Dolayısıyla içerik olarak dolu bir çalışma olmuş. Ayrıca çekimlerdeki görüntü ve müzik de çok başarılı. Beni tek rahatsız eden nokta, başlardaki yıldız kayması esprisinin biraz zorlama olmuş olması; ben ki bu tarz basit ve belden aşağı esprilere en çok gülen insanlardan biriyim, beni bile güldüremedi bu espri.

Neyse çok uzatmayalım, güzel olmuş. Böyle devam edeceklerine pek inanmasam da yine de temenni ediyorum.

16.09.2010

Az gittik, uz gittik...

Güneşi bir ülkede doğurup başka bir ülkede batırmak…


İlk kez yaşadığım bu deneyimde gördüm ki, insan adaptasyon konusunda gerçekten rakipsiz bir varlık. Yanınızdakilerin de yardımıyla, var olduğunuz yabancı şehir bir anda hayatınız boyunca yaşadığınız bir mekan izlenimi verebiliyor. Elbette hiçbir zaman evin yerini tutmaz ama o kadar da fark etmiyor bulunduğunuz yer, sevinç de hüzün de neredeyseniz sizi orada da takip etmeye devam ediyor (bkz. Sezen Aksu – Tebdil-i Mekan).


İlk blog yazımda da belirtmiştim, hayatımızdaki sınırlar çoğunlukla kafamızdakilerden ibaret, ancak onları aştıkça bir yerlere varabiliriz. Aslında zaman biraz da inanmaktan ve ummaktan öte bir şeyler yapma, aksiyon alma zamanı. Benim için bunu yapmak zor oldu ama devamının geleceği, daha doğrusu gelmesi gerektiği düşüncesindeyim.

Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, sonunda yine eve döndük. Ama önemli olan kalmak veya dönmek değil, kapıyı aralamış olmak…

7.09.2010

Sarı Laleler

Güneşi bir ülkede doğurup başka bir ülkede batırmak…

Çoğu insan için günlük yaşamın bir parçası olan bu rutin, benim için bir ilk. Dolayısıyla da içimde garip bir heyecan var. Teorik konuşmalarda dünya küçük, global, herkes bir diyoruz ama, fiziksel olarak mesafeler olduğu yerde duruyor, sadece artık aşılmaları çok daha kolay.

Bakalım anlayacak mıyım başka bir ülkenin şehrinin dilinden…


Mfö - Sari Laleler
Yükleyen obsessifleader. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

24.08.2010

Kaçtığım o yer var ya...

Doğruyu söylemek gerekirse, ‘Sana Ne’ şarkısıyla ünlü olduktan sonra Kutsi’nin yaptığı müziğin kalitesi gittikçe düştü (ki aslında Sana Ne ilk değil ikinci albümünün çıkış şarkısıydı Kutsi’nin, ilki ‘Soran Yok’ şarkısıydı). Özellikle yaptığı şarkıların hafif batı müziğinden arabeske doğru kayması ve de bu kaymanın basit şarkılarla olması, kendisi için büyük eksiler olarak not alındı. Hatta hiç ama hiç sevmediğim Hakan Altun’a gittikçe benzediğini bile düşünmekteydim…

Ki, son albümüne adını veren ‘Bambaşka’ şarkısını dinledim. Sözü ve düzenlemesi Sinan Akçıl’e, müziği de Kiriakos Papadopulos’a (gerçi bu ismi Google’da aratınca Yunan futbolcu diyor, acaba eski Beşiktaş’lı Halilagiç gibi sanatçı ruhlu bir futbolcu mu o da?) ait olan şarkıyı, açık söylemek gerekirse çok beğendim. Şarkının her yeri güzel olmuş, Kutsi’nin sesi ve yorumu bile çok başarılı bir şekilde şarkıya oturmuş. Aşağıda klibi izleyebilirsiniz:


Tek dikkatimi çeken konu, klibin ortalarında kız neden hoplayıp zıplıyor onu anlamadım, hani aşkıma yetişmeye çalışıyorum ama yetişemiyorum tarzı bir ambiyans mı yaratılmaya çalışmış onu da çıkaramadım ama, bunun dışında klibi de beğendim, sade, iddiasız ve şarkıya birebir uygun olmuş.

Umuyorum ki Kutsi biraz daha böyle şarkılar yapmaya devam eder de, biz de dinleyiciler olarak “Kutsi şarkısı beğenmek” hissiyatını ikinci kez düşünmeden dile getirebiliriz.

4.08.2010

Hafızam Düşmanımdır

Hem de nasıl yorgunsun yüreğim
Kendine verdiğin eziyettendir
Bir günü geçmez mi aklıselim
Gün gözü gördüğü kör düştendir

Varlığı yokluğundan beter aklın
Geçtiği yolları kazıyor bir bir
Pişman değil ama kendine dargın
İlk gölgede döndüğü geçmiştir

Geri gelse bile eski huzurun
Aklındadır artık gide de bilir
Boynunu dikse de sahte gururun
Bilirsin sonu vardır mutluluğun
Her günün ertesi gece gelecektir

***

Bu manzum deneme, Ezgi’nin “my memory is my enemy” (hafızam düşmanımdır) sözünden esinlenerek yazılmıştır.

26.07.2010

Bağlanmayacaksın

Bağlanmayacaksın bir şeye
Öyle körü körüne
“O olmazsa yaşayamam” demeyeceksin
Demeyeceksin işte
Yaşarsın çünkü

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki
Çok sevmeyeceksin mesela
O daha az severse kırılırsın
Ve zaten genellikle o daha az sever seni
Senin onu sevdiğinden.

Çok sevmezsen çok acımazsın
Çok sahiplenmeyince
Çok ait de olmazsın hem
Çalıştığın binayı
Masanı, telefonunu, kartvizitini
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.

Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları
Mesela kuzey yıldızı
Senin yıldızın olacak
“O benim” diyeceksin
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak

İlle de bir şeye ait olacaksan,
Renklere ait olacaksın,
Mesela turuncuya,
Ya da pembeye,
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden
Çok ait olmadan yaşayacaksın
Senin değillermiş gibi davranacaksın
Hem hiçbir şeyin olmazsa
Kaybetmekten de korkmazsın
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın
Çok eşyan olmayacak mesela evinde
Paldır küldür yürüyebileceksin
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat
İlişik yaşayacaksın
Ucundan tutarak…

Can Yücel

***

İnsanların bize, bizi sevebilecek kadar yaklaşmaları için, incitebilecek kadar yaklaşmaları gerekir; ve adı üzerinde yaklaşan varlık ‘insan’ olduğu için, istemese de hata yapacak ve bizi üzecektir. Elbette aynı şey bizler ve bizim yaklaşıp da üzdüklerimiz için de geçerli.

İşte bu yüzden çok bağlanmamak lazım birilerine veya bir şeylere, çünkü ne kadar çok bağlanırsak, o kadar çok inciniriz. Ne kadar çok incinirsek de, o kadar çok acı çekeriz.

Okuduğum bir makalede "Güven başkasına karşı incinebilir olma isteğidir" diyordu (Mayer et al., 1995). Demek ki, birilerine güvenirken veya onları severken, hepimiz gönüllü bir risk alıyoruz. Aldığımız riske de herhalde bir şekilde değiyor ki, kederden göçsek de pişman olmuyor, aynı riskleri almaya devam ediyoruz. Sanırım burada önemli olan, aldığımız riskin sonuçlarına katlanabilecek güçte olmak.

Yani… her ne kadar birilerine bağlı olsak da, nihayetinde bir birey olabilmek. Kendi kendimize mutlu olamasak da, en azından mutsuz olmamayı öğrenebilmek. Çünkü sonuçta her şey değişiyor; sanırım bütün bu değişenlere rağmen savrulmadan yerinde durabilmek önemli olan…

Galiba bu yüzden bağlanmamak lazım diyor şair, yalnızlığın nankörlüğünden dem vuran, sevginin önemi üzerine sayısız mısralar yazan tüm şairleri biraz da karşısına alarak. Cesurdan ziyade gerçekçi, hatta çaresiz ve savunmasız bir ruh haliyle.

Bunu yapabilenlerimizin sayısı ise…

19.07.2010

farkındayım, farkındayım...

Beni tanıyanlar zaten farkındadır; var olan en bencil, benmerkezci, benden bağımsız olaylara karşı duyarsız ve vurdumduymaz, kapitalist, ve de politik ve ekonomik farkındalığı en az olan insanlardan biriyim. Bunu elbette gurur duyar bir tavırda söylemiyorum, hatta önemli eksiklerimin olduğunu da biliyorum, ama en azından dürüst ve kendimin farkında olduğumu düşünüyorum.

Bununla birlikte, bazı duyarlılıkların ve farkındalıkların da yarardan çok zarar getirebileceğini düşünüyorum. Örneğin, yakın bir zamanda Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na (TEGV) üye oldum ve sosyo-ekonomik konularda daha duyarlı olan bir arkadaşımla bu güzel haberi paylaşmak istedim. Arkadaşımdan aldığım yorum “biz orayı da sevmiyoruz, onlar xxx partisinin kalesi” şeklinde oldu.

Herkesin anlayışına ve bu anlayış çerçevesindeki hareketlerine saygım var, ancak yukarıda bahsettiğim mantalite bana çok anlamlı gelmiyor. Örneğin TEGV’de gönüllü olarak yardıma ihtiyacı olan çocuklara hem maddi hem de manevi gerekli yardım, daha da önemlisi eğitim sağlanabilir. Üstelik bunu yaparken, gönüllülere önemli rol yüklendiği için, herhangi bir partinin kalesi olup olmaması hiçbir şey fark etmiyor, sonuçta çocuklarla birebir iletişim içinde olanlar gönüllülerin kendileri. Dolayısıyla, buradaki, vakfın hangi partiye yakın olduğuna dair aşırı farkındalık, çocuklara yardım edecek gönüllülük konusunda bir tedirginlik ve isteksizlik olarak geri dönüyor.

Bence, ‘farkında’ olan herkesin asıl farkında olması gereken husus, hareket gücü olanların bu güçlerini doğru hareketlerde kullanmaları. Yani, her ne kadar eylemlere gitmek bir fikir beyanı olsa da, bana kalırsa eylemlerin büyük çoğunluğu yaptırım gücü olmayan beyanlardan öteye gidemiyor. Oysa ki eğitim alanında yapılan yardımlar, etkileri direkt görülebilen, ve de ülkedeki en temel soruna çözüm olmaya çalışan yardımlardır.

Tekrar ediyorum, burada kesinlikle özenti, görmemiş bir yeni gönüllü ukalalığı yapmaya çalışmıyorum. Tam tersine, başta da dediğim gibi, kişisel özelliklerim itibariyle bu gönüllülük işine ne kadar devam edeceğim bile tartışmaya açık. Bunu açıkça söyleyebilmemin en önemli sebebi, ben kendimi politik veya siyasi görüşüme göre tanımıyor, tanımlamıyor ve tanıtmıyorum. Ancak bunu yapan insanlara saygı duymamı sağlayan şey yaptıklarının ve düşündüklerinin arkasındaki sağduyudur. Kendini insanlığın iyiliğine adamış olarak tanımlayan birinin, elindeki kaynağı, sırf bir vakfın kendi fikrine uymayan bir partiye meyilli olduğu rivayetinden dolayı çocuklara yardım etmek için harcamak yerine dünyanın öbür ucunda olan bir olay için eylem yapmaya harcıyorsa, o zaman kafamda soru işaretleri oluşuyor. Elbette dünyanın öbür ucunda olan olay çok önemli olabilir, ama o konuda en fazla yürüyüş yapabilirken, burada çocuklara direkt ve birebir etki etme şansı mevcut. Fikri seçimlerin doğrusu olmayabilir, ama mantıklısı elbette vardır.

10.07.2010

Yoksa böyle olduğumda mı..?

Beni tanıyanların bildiği üzere, fiziksel hareket ve aktivitelerin büyük bir hayranı değilim. Ancak bu, henüz keşfetmediğim ve sevme potansiyelimin olduğu aktivitelerin var olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Nispeten boş geçen yaz sezonunu doldurmak için, tabiri caizse bir gaz ile dans dersi almaya başladım. Ancak, kendi çapımda lokalistliğimi de kullanarak daha popüler olan Latin dansları yerine Yunan danslarına başladım. Elbette burada da ilk öğrendiğim sirtaki oldu (daha doğrusu hasapiko ve zeybetiko).

Dans etmek yorucu bir şey, hele ki benim gibi staminası yerlerde sürünen biri için daha da zor, ama buna rağmen, garip bir büyüsü var. Öncelikle, öğrenmeyi sevdiğim için yeni bir şey öğrenmenin heyecanı var. Dansla akranlarımdan daha geç tanıştığım için çabuk öğrenmek istemenin verdiği hırs var. Dans pratiği yaparken, bir yandan ritm sayıp, bir yandan sıralı adımlara dikkat edip, bir yandan da müzikle uyumlu olmaya çalıştığım için de, müthiş bir konsantrasyon ve rahatlatma hissi var.

Bu yazdıklarımdan kesinlikle dans edebiliyorum tarzı bir mesaj algılanmamalı. Tam tersine, benim için alkol alınmadan edilen dans yeni bir konsept, hele ki rastgele değil de kurallı dans tamamen yeni. Buna rağmen, umuyorum ki bu, 3 günlük bir heves olmaz. Genelde günde 2 sefer 1’er saat pratik yapıyorum ama bakalım bu ne kadar devam edecek.

Dans pratiği yaparken dinlediğim şarkı da, Candan Erçetin’in güzeller güzeli son albümünden ‘Bahar’ adlı şarkı; yani: http://fizy.com/#s/1f9x9m

Şimdi tek geriye kalan, şarkıda geçen müjdeyi ve umudu bulmak…

6.07.2010

Kördüğüm

Başını göğsüme yasla
Kördüğüm, aynı telaşla
Geçiyor günler bir hızla
Dünya…
Dönüyor aynı zamanda
Yakıyor beni bu sevda

Bildiğim, gördüğüm olsan
Gördüğün, bildiğin olsam
İlk günkü gibi kor olsam
Sevda…
Geçiyor aynı zamanda
Yakıyor beni bu dünya

1.07.2010

Mozolede

Bazı şarkıları dinlerken tüylerimizin diken diken olmasının birçok sebebi var, bunlar içinde şarkının kendisi, güftesi, bestesi, yorumcusu, yorumcusunun sesi, yorumcunun yorumu, şarkının düzenlemesi gibi birçok da etken var. Dolayısıyla müzik, biraz bütünsellik ve tamamlanmışlık isteyen bir sanat dalı.

Elbette bu, bir şarkının güzel olması için bütün bu detayların bulunması gerektiği anlamına gelmiyor. Bugün paylaşacağım iki şarkıda, bu etkenlerin hepsi bir şekilde iyi olsa da, paylaşmamın sebebi, bu şarkılardaki yorumcuların özgün ve etkileyici stilleri.

İlk paylaşacağım şarkı, Türkçe’de ‘Benim Bütün Rüyalarım Seninle’ şeklinde yorumlanan ‘Historia de un Amor’ şarkısının Ana Gabriel tarafından seslendirilmiş şekli. Şarkının bağlantısı şudur: http://fizy.com/#s/14ys38

Şarkının kendisi zaten güzel, dolayısıyla bu konuda bir yorum yapmaya gerek yok. Ancak şarkıcının yorumu daha ilk mısradan etkisini gösteriyor. Sesindeki hüzün ve bunları pekiştirmek için kullandığı gırtlak nameleri hem profesyonel, hem başarılı, hem de çok etkili.

İkinci paylaşacağım şarkı ise bir Amerikan grubu olan Beirut’un ‘Flying Club Cup’ adlı albümünden ‘In the Mausoleum’ şarkısı. Hem solistin tek başına sesi ve yorumu, hem de grup üyelerinin zaman zaman tüyler ürpertici derecede yakışan vokal performanslarıyla şarkı dinlenmeye değer bir hal alıyor. Bağlantısı: http://fizy.com/#s/17o7kj

Bu şarkıları dinlemenizi şiddetle öneririm, zira Serdar Ortaç sayesinde ‘Poşet’e atılmış beyin ve ruhlarımızın temizlenmesi adına gerekli bir adım olacaktır. Kendisiyle ilgili daha fazla yazardım ama, elime yazık.

14.06.2010

Tell me a hundred times

Daha önce kendimi The Office dizisinden Michael Scott’a benzetmiştim, ve bu karakter dışında bana çok benzeyen bir başka dizi karakterinden de bahsetmiştim. Bu dizi karakteri de, Zach Braff’ın canlandırdığı, Scrubs dizisindeki John Dorian (J.D.) karakteri.

Öncelikle, karakterin en önemli özelliklerinden biri olan sevgisini söyleme dürtüsü:

Turk: It sounds like you're asking me out on a man date.
J.D.: Turk, why are you so afraid of loving me?

J.D.: [thinking] Just tell him how you feel without sounding like a girl for once.
J.D.: [to Turk] I miss you so much it hurts sometimes

Dr. Cox: I'm gonna go ahead and give you back one of these Man Cards. You deserve it.
J.D.: Wow... Wanna hug?
Dr. Cox: [taking the card back] You held on to it as long as you could, didn't you?

Kendiyle ilgili negatif eleştirileri bazen yanlış yorumlaması:

Jordan: I don't dislike you, I nothing you.
J.D.: That's special.

Anlamsız ve gereksiz konulardan anlamsız ve gereksizce bahsedebilmesi:

Elliot: Well, I haven't pooed in six days.
J.D.: Twice this morning, and I haven't even had my coffee yet.
Elliot: You really pick odd things to brag about.
J.D.: I'm just saying, if I had to get three by lunch, I probably could.

Yoğun yalnızlık korkusu:

Elliot: Do you want to be alone?
J.D.: No.
Elliot: Do you want to cry a little?
J.D.: No

J.D.: Because nothing sucks worse than feeling alone, no matter how many people are around.

Bir şekilde başkalarının onayına ihtiyaç duyması:

J.D.: Turk, am I needy?
Turk: No.
J.D.: Tell me a hundred times.

İçindeki çocuğu koruma içgüdüsü:

J.D.: It's the kid inside of us that keeps us all from going crazy.

Yaptığı hataların ve sonuçlarının farkında olması, bunlardan endişi duyması:

J.D.: It's hard to take positive steps, when you've burned the bridge you got to walk across.

Çevresindekilerin önemini ve değerini bilmesi:

J.D.: But in the end, the most important thing to accept is that no matter how alone you feel, how painful it may be, with the help of those around you, you'll get through this too.

Ve de neredeyse her zaman, kendisi gibi olması:

J.D.: You know, when you stop being frightened, time really is on your side. And you can just go on being you

Aslında daha çok söz var J.D.’nin söylediği ve “Bu tam Ahmet’in söyleyeceği birşey” diyebileceğimiz ama hepsini bulmam hem zor, hem de gereksiz, zaten genel resim bunlardan da anlaşılıyor.

Dizilerde bana benzeyen birkaç karakter daha olabilir, sanırın bu yazı dizilerinin sonunda bunları birleştirip bir karakter profile de çıkarabilirim. Böylece anlamsız şekilde zaman harcadığım uğraşlara bir yenisini eklemiş olurum.

1.06.2010

Daha erken

Biliyorum bu yaz şarkıları muhabbeti çok uzadı ama, yine de bu konuda yazmaya devam edeceğim, böyle de inatçı ve tutarlıyım.

Haziran ayına kadar çıkan tüm şarkılar arasında, yaz şarkısı olarak adlandırabileceğimiz en iyi şarkı Gökhan Özen – Daha Erken’dir. Klibi ise şu şekildedir:



Şarkı, klasik Serdar Ortaç şarkısı formülünü kullanıyor, Bengü’nün İki Melek veya Nazlı’nın Beni Yazın şarkılarını fazla derecede andırsa da, Gökhan Özen söz ve müziği bence güzel yazmış, sonuçta da başarılı bir şarkı olmuş. Yalnız albüm konusunda Gökhan Özen tek şarkılık (daha doğrusu aynı şarkının dört versiyonun olduğu) bir single çıkarmış; demek ki yaz için ilerleyen günlerde tam bir albüm gelecek. Bu arada şarkının klibinin şarkıya ve ritme uyumsuz oluşu, genel olarak da baştan savma bir hava vermesi pek hoş olmamış.

Sıradaki şarkıyı bloguma koyduğum için büyük ihtimalle çok eleştiri alacağım (binlerce okuyucusu olduğunu varsayan hayalperest blog yazarı), ama koymak zorundayım, çünkü ne yazık ki şarkıyı beğendim. Söz ve müziği Nazan Öncel’e ait olan Yanma Demezler Yanan Adama şarkısını, büyük sanatçı (!) Tuğba Ekinci icra ediyor:



İtiraf.com’da yayınlanacak kadar büyük bir itiraf; şarkıyı cidden beğendim. Üzgünüm ama bu gerçeği açıklamak zorundayım.

Son olarak, "Seni çöpe atacağım poşete yazık" şeklinde bir fevkaladenin fevkinde tabiri daha dilimize kazandıran Serdar Ortaç’a en derin minnettarlığımla teşekkürlerimi iletmeyi bir borç biliyorum. Allah herkese akıl fikir versin…

25.05.2010

Fallara da aşk olsun...

Yazın gelişi ve pop müzik konusuna devam edecek olursak, hareketli şarkılarda çok bir gelişme yok. Serdar Ortaç da albümünü çıkardı ve gördük ki ‘Poşet’ adlı şarkının bulunmayı hak ettiği yer çoğu poşet gibi çöp kutusu. Bu yazın, şimdilik, en iyi hareketli şarkısı, geçen yazımı yazarken es geçtiğim Gökhan Özen – İstanbul Daha Erken. Gülşen’in de şarkıları fena değil aslında ama furya yaratacak kadar etkili değiller.

Asıl enteresan olan ise bu zamanda çıkan yavaş şarkıların başarısı. Örneğin aşağıdaki şarkının hem kendisi hem klibi bence çok etkileyici:


Emre Aydın Bu Yağmurlar from auygun on Vimeo.

Emre Aydın’ı aslında çok sevmem. Söyleyiş tarzı çok özenti, şarkıları da özelliksiz gelir bana ama, bu şarkısında bence bu iki gözlemimi (veya önyargımı) kırmayı başarmış. Şarkının ‘Annem için’ kısımlarını söylerken, sözlerin içini, yani anlamını hissederek söylemesi şarkıyı daha da güzelleştirmiş.

Bir de benim çok geç fark ettiğim bir şarkı var, Candan Erçetin – Git. Belki de kendisini sütü seven inekler diye şarkı söylerken dinlemeye alışkın olmadığım için son albümündeki şarkılarının güzelliğini anca fark edebildim. Şarkı şu şekilde:


Şarkının sözleri uzun zamandır görmediğim kadar orijinal ve etkileyici. Mutluluk kadar uzak olmayan pişmanlık, yine ‘o’ çıktığı için sitem edilen fallar ve her gece daha vahim görülenler… Şık, zarif bir anlatım, sade bir yorumla birleşmiş, ortaya çok başarılı bir sonuç çıkmış.

Bir de aslında ben Sıla – Bana Biraz Renk Ver şarkısını beğendim, ne olursa olsun, geçmişi unutup, her şeyi boş verip ‘o’na geri dönme konseptini güzel anlatmış. Yalnız, şarkının nakaratındaki güzellik, geri kalan kısımlarında o güzel nakarata erişmeye çalışan doldurma sözlerden öteye gidememiş. Bir de Sıla, klip olarak konser ve turne görüntülerini kullanmış, ki bu da beni en çok rahatsız eden şey; ben izleyici olarak klip yerine bu görüntüleri izlemek isteseydim özellikle onu arardım, bu şekilde çekiverilen klipler bana hem özensiz hem de ucuz geliyor. Ha param yoktu ama şarkı televizyondan uzak kalsın istemedim, bunu çekebildim diyorsa o ayrı, ama ona da pek ihtimal vermiyorum.

Son olarak, Mirkelam & Kargo’nun şarkısını da beğendim. Mirkelam çok kaliteli bir müzisyen, Kargo’ya uyup uymayacağı konusunda şüphelerim vardı ama sanırım kısa sürede tahmin ettiğimden daha iyi bir ahenk yakalayacaklar.

11.05.2010

Tarkan'ın son vuruşu

2010'un yazı da belli ki geçen sene olduğu gibi pop müzik için büyük bir rekabet ve çeşitlilik içinde geçecek. Geçen senenin şampiyonu diyebileceğimiz Bengü'nün henüz albümü çıkmadı, keza Ajda Pekkan da bu yaz albüm çıkaracak mı belli değil. Hande Yener ve Demet Akalın zaten albümlerini çıkardılar; 'bakkal şarkıları'na geri dönüş yapan Hande Yener'in albümü ortalamanın üzerinde, ancak Demet Akalın'ın albümü ne yazık ki vasatın ötesine geçemiyor. Serdar Ortaç'ın da 20 küsur şarkıdan oluşan bir albüm hazırlığı içinde olduğunu düşünürsek, yazın her haftasına yetecek kadar kullan-at şarkı bizi bekliyor demektir.

Bu curcunada, geçtiğimiz seneyi suçlamalar ve davalarla geçiren Tarkan'ın geri dönüşünün nasıl olacağı da büyük bir merak konusu. Yaza giriş mevsiminde bulunduğumuz şu günlerde 'Sevdanın Son Vuruşu' adlı şarkısı radyolarda çalmaya başlayan Tarkan, bakalım nasıl bir başarı elde edecek. Şarkıyı aşağıdan dinleyebilirsiniz, 'Vay Anam Vay' albümündeki şarkılardan daha başarılı ve popüler olmaya aday, ancak, Tarkan'ın bu nispeten başarılı (sonuçta bu şarkı bir Dudu veya Fındıkkıran değil) atılımı, bir süredir boşladığı piyasada nasıl bir etki yaratacak, ya da gözle görülebilir bir etki yaratmaya yetecek mi, bunu hep birlikte göreceğiz.


Tarkan - Sevdanın Son Vuruşu
Söz: Aysel Gürel
Müzik: Tarkan
Düzenleme: Ozan Çolakoğlu

7.05.2010

Huyumdur

Bizi birbirimize bağlasın diye
Üç kuruş etmez bir aşka güvendim
Dönmemek üzere çekip gittiğinde
Seni bilmem ama ben hepten tükendim

Zaten yerdeydim, yaralıydım
Pes ederken seni gördüm ufukta
Ayağa kalkamayacak haldeyken
Ellerini hissettim omzumda

İlk defa savaşı kazanmışçasına
Sevdim, sevindim, beni paylaştım
Nasıl da ihtiyacım varmışsa
Görmedim, duymadım, ordasın sandım

Keşke yaram kanayıp gitseydi
İzi kalmazdı kararttığın günün
O kabuk bağlamadan bitseydi
Açılıyor, kahrolası kördüğüm

Bil ki şu anda ayaktayım artık
Sanki umurundaymış gibi senin
Gidilene koysa da en çok ayrılık
Kandırırım kendimi, huyumdur benim

***

Uzun zamandır şiir yazmamıştım, bir deneyeyim dedim. Umarım paslanmamışımdır...

1.05.2010

Siber Aslanlar

Reklam sektörüyle ilgilenenler, uluslararası reklam festivali Cannes Lions'ın önemini bilirler. Ödül kategorilerinden biri olan Cyber Lions'da bu sene Türkiye için şöyle bir uygulama yapılmış; Bahçeşehir Üniversitesi'nde toplanan genç reklamcılara bir konuda brief verilmiş ve bunu 1 gün içinde bitirmeleri istenmiş; verilen brief de AKUT'la ilgiliymiş.

Uzun lafın kısası, Cyber Lions seçimleri sonuçlandığında sevgili Sarper Bey ve takım arkadaşı Sedef Hanım Türkiye ayağının birincileri oldular, ve haziranda Türkiye'yi Cannes'da temsil edecekler. Bu büyük başarılarını can-ı gönülden tebrik ediyor, daha da güzel haberlerinin Cannes'dan gelmesini umuyorum.

Aşağıdaki bağlantıda birinci oldukları eseri görebilirsiniz:

http://works.litespell.com/lions/

Elbette projenin Türkiye ayağını senelerdir yürüten ve destek sağlayan Milliyet'e, ve de projenin Türkiye yöneticisi olan kuzenime de teşekkür ediyoruz.


23.04.2010

23.04.1984

1, 2, 3...

4, 5, 6...

21, 22, 23...

24, 25, 26...

...

:)

19.04.2010

Kan ve Kum

Başarılı televizyon yapımlarına imza atmak aslında çok da zor değil. Bunun birinci sebebi TV'de hem başarılı olmuş hem de olmamış birçok örnek var dolayısıyla da ne yapmak ve yapmamak gerektiğini görmek çok kolay. Elbette bunu çekecek bütçe bulmak ve kanala kabul ettirmek ayrı bir konu. Ayrıca amaç daha alternatif, yapılmamış bir şey bulmaksa, iş daha da zorlaşabilir.

Bugün bahsedeceğim örnek ise alternatif veya orijinal değil, tam tersine, bilindik iyi formülleri çok iyi harmanlamış ve sonucunda çok başarılı olmuş bir yapım.

Spartaküs'ün hikayesini anlatan Spartacus: Blood and Sand, 300 ve Gladyatör filmlerinin bir karışımı. 300 filmindeki görsellerin Gladyatör'deki hikayeyle birleştiği bu 2010 yapımı dizinin ilk göze çarpan özelliği cesur olması. Zamanında Nip / Tuck, Six Feet Under veya Tudors için kullandığımız bu kelime Spartacus: Blood and Sand ile daha da yeni bir boyut kazanmış, bunun yanında diğerleri çok masum kalıyor.

Burada bahsedilen cesaret, vahşet ve şehvet sahnelerinde sonuna kadar geçerli. Neyse ki dizi, bu konuda iki önemli şeyi başarıyor. İlki, dizi sadece bu sahnelere güvenen ve gerisi boş bir dizi değil, tam tersine, hem hikaye hem de oyunculuk iyi olduğu için, çekim ve görsellerin etkisi daha da güçlü oluyor. İkincisi ise bu sahneler genelde çok estetik ve sanatsal bir şekilde sunulduğu için itici olmak yerine çekici olmayı başarabiliyor.

Spartaküs rolünde Andy Whitfield oynuyor, diğer tanıdık simalar ise Mumya filmindeki John Hannah ve de Xena dizisinin başrol oyuncusu (ki kendisi Battlestar Galactica'da da uzun ve önemli bir rol almıştı) Lucy Lawless.

Sonuç olarak Spartacus: Blood and Sand, sürükleyici hikayesi, düşmeyen temposu, harika görselleri ve görülmemiş cesaretiyle son yılların en başarılı dizilerinden biri. Her bölümü yaklaşık 1 saat süren dizi izleyiciye her bölümde sinematik bir şölen yaşatıyor. Resmi fragmanı aşağıda izleyebilirsiniz, şiddetle tavsiye ediyorum.

11.04.2010

That's what she said

The Office dizisinin başrolündeki Steve Carell'in canlandırdığı Michael Scott karakterini sanırım hepiniz biliyorsunuzdur. Daha ben bu diziyi izlemeye başlamadan önce bir arkadaşım, bu karakterin hemen her yönüyle bana çok benzediğini söylediğinde çok merak etmiştim nasıl biri diye. Şimdi ise dizinin 6 sezonunu da izlemiş olan bir fanatiği olarak bu sözü çok iyi anlıyorum.

Bu karakterin ve benim benzeşen özelliklerimize bir bakalım. Örneğin Michael'ın sevilme takıntısı:

"Do I need to be liked? Absolutely not. I like to be liked. I enjoy being liked. I have to be liked. But it's not like this compulsive need to be liked, like my need to be praised."

"Do I want to be feared or loved? That's a good question. I want both. I want people to be afraid of how much they love me."

Ayrıca bir grubun parçası olma isteği:

"I love inside jokes. I'd love to be a part of one someday."

Bir gün bir şekilde sevilemeyebileceği korkusu:

"I don't understand...you want to see other people? Only other people?"

Sır saklama konusundaki muazzam (!) yeteneği:

"Jim and I are great friends. We hang out a ton... mostly at work, but the fact that he told me his secret and no one else says everything about our friendship. And that is why I intend on keeping that secret for as long as I possibly can."

Arkadaşlığa verdiği önem:

"I was shocked when he told me he was transferring to Samford. It's like with fireman, you don't leave your brothers behind. Even if you find out that there is a better fire in Connecticut."

Sınırını bilmeyen patavatsız, bel altı esprileri:

"Meredith is so old, that when she went to an antique store, they kept her. I got that off the internet, it's not mine. Hey Meredith, Liz Taylor called she wants her age back and her divorces back! Get it? 'Cause she's getting old, and she's been divorced, what twice?"

"Toby is in HR, which technically means he works for corporate, so he's really not a part of our family. Also, he's divorced, so he's really not a part of his family."

"Jim: You really think you can go all day long?
Michael: That's what she said."

"Jim: Well, you always left me satisfied and smiling.
Michael: That's what she said."

"Kevin: Why did you get it so big?
Michael: That's what she said."

"Angela: You already did me.
Michael: That's what she said."

"Dwight: Let's put some raw meat on that.
Michael: That's what she said."

"You may look around and see two groups here; white collar, blue collar. But I don't see it that way, and you know why not? Because I am collar-blind."

"Michael: We'll ask Powerpoint.
Oscar: Michael, this is a presentation tool.
Michael: You're a presentation tool!"

Gülmeyi ve duygularını göstermeyi çok sevmesi:

"Michael Scott: You know what the best medicine is?
Kevin Malone: The doctor said a combination of Interferon and Dacarbazine.
Michael Scott: And laughter."

"Society teaches us that, having feelings and crying is bad and wrong. Well, that's baloney, because grief isn't wrong. There's such a thing as good grief. Just ask Charlie Brown."

Elbette Michael Scott bana çok benzeyen tek dizi karakteri değil. Bir daha ki sefere de Scrubs dizisinde Zach Braff'in canlandırdığı John Dorian karakterine daha yakından bakarız.

29.03.2010

The Day is Done

The day is done, and the darkness
Falls from the wings of Night,
As a feather is wafted downward
From an eagle in his flight.

I see the lights of the village
Gleam through the rain and the mist,
And a feeling of sadness comes o'er me
That my soul cannot resist:

A feeling of sadness and longing,
That is not akin to pain,
And resembles sorrow only
As the mist resembles the rain.

Come, read to me some poem,
Some simple and heartfelt lay,
That shall soothe this restless feeling,
And banish the thoughts of day.

Not from the grand old masters,
Not from the bards sublime,
Whose distant footsteps echo
Through the corridors of Time,

For, like strains of martial music,
Their mighty thoughts suggest
Life's endless toil and endeavor;
And tonight I long for rest.

Read from some humbler poet,
Whose songs gushed from his heart,
As showers from the clouds of summer,
Or tears from the eyelids start;

Who, through long days of labor,
And nights devoid of ease,
Still heard in his soul the music
Of wonderful melodies.

Such songs have a power to quiet
The restless pulse of care,
And comes like the benediction
That follows after prayer.

Then read from the treasured volume
The poem of thy choice,
And lend to the rhyme of the poet
The beauty of thy voice.

And the night shall be filled with music,
And the cares, that infest the day,
Shall fold their tents, like the Arabs,
And as silently steal away.

Henry Wadsworth Longfellow

***

"Acıya benzemeyen
Bir üzüntü ve özlem hissi,
Sisin yağmuru andırdığı gibi
Andırıyor kederi."

Bu muğlak halet-i ruhiyeyi anlatan daha güzel mısralar yazılmamıştır sanırım...

22.03.2010

The Prisoner

"A man, known as Six, finds himself inexplicably trapped in The Village with no memory of how he arrived. As he explores his environment, he discovers that his fellow inhabitants are identified by number instead of name, have no memory of any prior existence, and are under constant surveillance. Not knowing whom to trust, Six is driven by the need to discover the truth behind The Village, the reason for his being there, and most importantly - how he can escape."


Yurtdışında aslında çok popüler olan kısa dizi kavramı Türkiye'de henüz aynı algıya erişmedi. Elbette yabancı dizileri yakından takip eden insanlar Angels in America veya The Lost Room gibi nispeten daha popüler olan kısa dizilerin farkında olsa da, gözden kaçırılan birçok kısa dizi de mevcut.


CNBC-e'nin bu dönemde yayınladığı 'The Prisoner' dizisi de (http://www.amctv.com/originals/the-prisoner/) bunlardan biri. Başrollerinde James Caviezel, Ian McKellen ve Ruth Wilson'ın bulunduğu dizide özgürlük, sanal gerçeklik ve ütopya kavramları üzerinde duruluyor.

Dizinin orijinal versiyonu AMC tarafından 1967'de yayınlanmıştı, 2009'da ise yine aynı şirket tarafından asıl senaryoya sadık kalınarak yeni bir kadroyla, 6 bölümlük (her bölüm 45 dakika) bir kısa dizi olarak yeniden çekildi.


İnternette diziyle ilgili çelişkili yorumlar var, ancak ben diziyi çok beğendim. Öncelikle dizi aynı anda hem sürükleyici hem de düşündürücü olmayı başarıyor; yani ne çok sıkıcı ne de çok yüzeysel. Dizinin görselleri ise hem teknoloji hem de sanat anlamında çok başarılı. Oyuncu kadrosu ise, yabancı dizilere aşina olan insanların hemen tanıyacağı birçok başarılı aktör ve aktris içeriyor.

Dizinin bir IMDB notu henüz yok (ben 10 üzerinden 8 verdim), ancak benim kanaatim dizinin birçok güzel dizi gibi 'underrated' olduğu (Carnivale, Pushing Daisies vs.). Yalnızca 6 bölümden oluşan, dolayısıyla da çok zamanınızı almayacak olan bu diziye umarım bir şans verirsiniz; pişman olmayacaksınız.


"You only think you're free."

19.03.2010

Dalya

13.02.2009 tarihinde yazdıklarıma bakıyorum da, aradan geçen 1 sene 1 ay 6 gün zarfında yazdıklarımın ötesine geçmeyi henüz başaramamışım.

Bu zaman zarfında elbette çok güzel şeyler yaşamama rağmen pek güzel olmayan şeyler de yaşadım. Sakın yanlış anlaşılmasın, kesinlikle ben yaşadım başka kimse yaşamadı demiyorum, tam tersine, ben aslında çok da sarsıcı olmayan yaşadıklarımı kendi kendime defalarca katlayarak büyüttüğüm için de sonuç biraz hüsran oldu. Yine de, ne olursa olsun... "pişman değilim ama, göçtüm kederden..."

Bu yaşadıklarımdan sonra eskisi kadar yazasım var mı ona da emin değilim. Ne o ilk zamanlardaki ilham, ne de istek var artık içimde. Dolayısıyla, yazarım yazmasına ama, çok da emin değilim... "bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm..."

Günlerdir aklımda melodisi ve sözleri dolanan, ve de yukarıdaki alıntıları yaptığım şarkının adı 'Kaçak'. Sezen Aksu da söylüyor (http://fizy.com/s/1agvy0) ama ben yine de Ebru Gündeş'in söylediği halini (http://fizy.com/s/1ahy2s) dinlemeyi tercih ediyorum.

Biliyorum... "tuhaf buluyorlar bu kaçak halimi..."

Ama hala inanıyorum... "hayat yeniler bizleri..."

Nice 100. yazılara...

14.03.2010

Ayı, Dayı, Keman Yayı

Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk Erdem karikatürlerini çok seviyorum. Bu hafta da Facebook'ta gezerken Selçuk Erdem tarafından çizilmiş iki karikatüre denk geldim ve bunlar çok hoşuma gitti; ikisi de paranoyak sevgi kelebeği ruhumun keskin bir çizgisel izdüşümü olmuş (nasıl yani..?). Neyse lafı çok uzatmadan geçelim karikatürlere:



İşin enteresan ve trajikomik kısmı da, kendimi özdeştirdiğim canlının bir ayı olması. Ama ayılar da insan, öyle değil mi?

8.03.2010

and the 'Worst Cover Ever' goes to...

Bildiğiniz gibi daha önce başkaları tarafından söylenmiş şarkıların yeniden yorumlamasına 'cover' deniyor. Türkiye'de de her sene hatırı sayılır sayıda cover şarkı yapılıyor ve bunlar çoğunlukla da kliplendirilerek piyasaya sürülüyor.

Ben genelde şarkıyı ilk dinlediğim yani orijinal yorumcusundan dinleme taraftarıyımdır ama bu cover'ları sevmediğim ve desteklemediğim anlamına gelmiyor. Mesela bazı cover'lar aslından daha güzel olmasa da şarkıya yeni bir yorum getiriyor (Levent Yüksel - Sultan Süleyman, Hepsi - Üç Kalp). Bazıları ise kötü olmasa bile vasatı aşamıyor (Kargo - Sen Ağlama). Arada sırada birkaç tanesi ise, orijinalini sollayacak, hatta fark atacak kadar güzel olabiliyor (Şebnem Ferah - Ünzile).

Bugün sizlerle paylaşacağım şarkı ise daha önce Leman Sam tarafından güzel bir şekilde yorumlanan 'Anladım ki' şarkısı. Şarkıyı 'Aradım Seni' adlı parçayla çıkış yapan Gökçe seslendiriyor. Klibi aşağıda izleyebilirsiniz:




Genelde çok sert ve negatif yorumlar yapmaktan kaçınmaya çalışıyorum sanat konusunda, ayrıca Dünya Kadınlar Günü'nde bir kadın şarkıcıyı kötülemek istemezdim ama, elimden gelen fazla bir şey de yok. Doğruyu konuşalım, şarkının bu yorumu vasat veya kötü değil, alenen rezalet. Bence bu yorum, şarkının güfteci, besteci ve geçmiş yorumcularına yapılmış bir ayıp. Hatta ve hatta, tüm müzik dinleyicilerine bir hakaret. Kısacacı bu yorumu beğenmeyişimi anlatmaya yetecek çok kelime yok, en azından argo olmayanlar arasında.

Dün Oscar ödülleri verildi, bugün de ben Gökçe'ye bir ödül vermek istiyorum. Çok üzülerek ve içten içe ağlayarak, 'En Kötü Türkçe Cover' ödülünü, büyük bir hüzün içinde (çünkü bu ödül ilk sahibine gerçekten çok yakışıyordu) 'Duman - Herşeyi Yak'tan alıp Gökçe'ye veriyorum. Tebrik ediyor, zaten çok da matah olmayan başarılarının devamını diliyorum.

7.03.2010

Cenneti hatırlamak

"If one had but a single glance to give the world, one should gaze on Istanbul."

Belki de bu sözü söylemeseydi kendisinden haberdar olmayacaktık Alphonse de Lamartine'in. Kendisi 1790 - 1869 yılları arasında yaşamış bir Fransız yazar, şair ve politikacı. Önemli eserleri arasında bulunan 'Histoire de la Turquie' kitabını yazarken de 1850 yılında İstanbul'a uğramış ve şehir ile ilgili bu güzel sözü söylemiş. Acaba şimdi de görse yine aynı şeyi der miydi merak ediyorum.

“Sometimes only one person is missing and the whole world seems depopulated.”

Elbette tek söylediği güzel söz İstanbul üzerine değil şairin. Örneğin bu yukarıdaki sözü de anlam olarak çok güzel. 'Depopulated' kelimesini çok şiirsel bulmadım ama bunun orijinal dili olan Fransızca'dan çevrilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Sözü beğendim çünkü gerçekten de bazı insanlar bu hissiyatı verecek kadar önemli hayatımızda. Ama en beğendiğim sözü ise şu:

“Limited in his nature, infinite in his desires, man is a fallen god who remembers the heavens.”

İnsanın hayatındaki bitmek bilmeyen anlam ve amaç arayışına, yani varlığımızın bir şekilde organlarımızın toplamından daha 'çok' olduğuna, 'diğerleri'ne göre daha özel, daha farklı olduğumuza dair kanıt aramakla geçen hayatımıza bakarsak, belki de gerçekten de daha üstündük bir zamanlar. Yoksa neden çoğumuz hayatlarımızı ulaşamayacağımız beklentiler koyup, bunlara ulaşamayıp hayal kırıklığına uğrayarak geçirelim?

Bu özlü söz olayına geri döndüm son günlerde, nerde ne görsem, okusam veya izlesem bir şeyler kapmaya, bir şekilde hatırlamaya çalışıyorum. Bir dahaki yazıda bunları paylaşmaya devam edeceğim.

28.02.2010

Mizerya

“There is no greater sorrow than to be mindful of the happy time in misery.”
Dante Alighieri
Canto V, 121-123

Bildiğini özleyen, bilmediğini isteyen insanın özeti.

Benim birim, onun beşi, ilk on, son yirmi...

Hayatını ikinci olarak geçirip,
Herkesin birincisi olmak isteyen biri.

Çöldeki bedevi...

17.02.2010

Nerde kalmıştık..?

Yaşlı kızılderili kabile reisi ve torunu, reis çadırının önünde oturmuş, az ileride birbirleriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. 12 yaşındaki torun kendini bildi bileli, biri beyaz, diğeri de siyah olan o köpekler çadırın önünde kavga ederdi. Çadırı korumak için tek köpek yeterliydi aslında, ve çocuk da bunun farkındaydı. Bu yüzden dedesine sordu “Kulübenin önünde neden iki tane köpek var? Ve neden biri siyahken diğeri beyaz?” Bilge reis sakince soruyu cevapladı “Onlar benim için birer simge.” İyice meraklanan çocuk sordu “Peki neyin simgesi?” Reis de düşünceli bakışlarla “İyilik ve kötülüğün simgesi. Aynı bu iki köpek gibi, iyilik ve kötülük de durmadan içimizde mücadele eder.” dedi. Çocuk, mücadele varsa kazananı da olmalı diye düşünerek sordu: “Peki hangisi kazanır?” Reis gülümseyerek cevap verdi: “Hangisi mi? Ben hangisini beslersem o..!”

***

Ben yokken kahkahalar daha sessiz çıkmış, ışıklar daha renksiz yanmış olabilir;

Olsun.

Artık uyanma vakti geldi...

11.02.2010

Manzum deneme

Genelde şiir yazmaya çalışırken kendi kendime hapsolduğum bir kafiye ve hece ölçüsü tuzağı var; bunları yakalamaya çalıştıkça doldurma mısralar da artıyor ve şiir gereksiz biçimde uzuyor. Üstelik şiir uzadıkça da anlamı yoğunluğunu yitiriyor. Sonuç olarak da, şekilselliği güzel fakat içeriği ehvenişer yazılar ortaya çıkıyor.

Kısa süre önce daha kısa şiirler yazmayı denemiştim, o denemeleri de şimdi paylaşayım istedim.

...

SAVAŞ

Aynı savaşın esirleriyiz
Zamanı alt eden olmuş mu hiç
Kumlarda bir damla sel gibiyiz
Yenik düştük bırakamadık iz

...

ÇİÇEK

Manadan kaçan sessiz çiçek
Bir sen açabildin gecenin ayazında
Varlığınla yokluk bitecek

...

TOHUM

Tohum filizlenmeden bedende
Kaybolur da ruhu ve düşerse
Sonsuz olur doğumundan önce

...

31.01.2010

Korkarak Yaşıyorsan

Bir derginin giriş yazısında Nietzsche’den sevgilisi Solome’ye yazılmış bir şiir olarak okuduğum eserin aslında söz - müziği Şebnem Ferah’a ait olan bir şarkının sözleri olduğunu, ve de bu şiirin Nietzsche’ye ait olması konusunun da bir toplu e-posta gönderimiyle başladığını bugün öğrendim. Şiirin kendisi ise şu şekilde:

Korkarak Yaşıyorsan

Öyle bir hayat yaşadım ki
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm pes etmeyi de

Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım

Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki söz ver kendine

Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan düsmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin

Öyle bir hayat yaşadım ki
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan anladım

***

Olması gerektiği kadar etkileyici gelmedi aslında bana şiir. Biraz şairi konusundaki duruma açıklık getirmek, biraz da bir arkadaşımın yakın zamanda kapattığı blogunun giriş cümlesi “Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin” olduğu için paylaşmak istedim. Güzel yerleri var ama bir bütün olarak nedense bu konuda yazılmış daha iyi şiirler varmış gibi düşünüyorum. Bunlardan bir tanesini bir sonraki yazımda paylaşacağım.

“Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin”... Bu mısra hakkında çok duygum ve düşüncem var ama uzun ve karmaşık olduğu için başka bir zaman yazarım diye düşünmekteyim. Ancak çok özet bir şekilde şunu söyleyebilirim, sevmeyi bilmek her zaman sevilmeye yetmiyor, ya da en azından bana öyle geliyor.

Konuya değinirken şunu da söylemeden geçemeyeceğim, açık ve net bir şekilde hayatı seyredenlerdenim ben de. Hatta eskilerden bir arkadaşım “MSN’de neden hep durumun ‘Away’ gözüküyor?” diye sorduğunda “Çünkü hayatı uzaktan yaşıyorum” gibi şakayla karışık bir cevap verdiğimi hatırlıyorum. Çok da yanlış değilmiş aslında.

23.01.2010

4 8 15 16 23 42

Lost'un 6. sezounun başlamasına çok az kaldı. Tam olarak ne zaman başlayacak diyenler için:



Son sezonda tüm soruların çözüleceği ve herşeyin açıklanacağı söylense de, ben yazar ve yönetmenlerin bir şekilde hikayenin devamı için açık kapı bırakacağını düşünüyorum.

Çok da fazla düşünmeye gerek yok aslında, bekleyip göreceğiz...

20.01.2010

Yüce F.U.

Çok garip birşey bu Facebook...

Bir arkadaşımın profiline yeni bir resim eklenmişti, ben de ona bakmak için resme girdiğimde, resmin altında “mekanın cennet olsun” yazdığını gördüm.

Önce çok anlam veremedim, ama sonra duvarına diğer yazılanlara bakınca ve adına açılan grubu da bulunca, bu arkadaşımın vefat etmiş olduğunu anladım.

O kadar manasız bir duygu ki bu anlatamıyorum. Yani genç bir insanın ölmesi zaten çok korkunç, o insanın arkadaşım olması benim için de bir o kadar üzücü. Ama bu haberi Facebook gibi bir sosyal ağdan öğrenmek gerçekten çok garip.

İnsanların birbiriyle mesajlaştığı, resimlerine yorum yazdığı, tarlalarında buldukları kayıp ineklere sahip aradıkları bu platformda böyle bir haberi duymak, haberin içeriği dışında da acı oldu benim için. İsterdim ki birileri bana haber verseydi bu durumu, ben de ortak arkadaşlarımızı arayıp baş sağlığı dileyebilseydim, hatta cenazesine gidebilseydim. Kısmet değilmiş demek ki.

Gerçekten de garip birşey bu Facebook.

***

Yüce F.U., mekanın cennet olsun...

11.01.2010

Yeniliğe Doğru

Hayat çok garip gerçekten. Bazen birçok saçma ve gereksiz şey o kadar art arda geliyor ki, dünya benim kavrayabildiğimden daha hızlı dönüyormuş gibi hissediyorum.

...

Kocaman kocaman hayal kırıklıklarıyla dolu olsa da hayat, biliyorum ki yarın yeni bir gün. Ve herkes gibi biz de yaşamaya kaldığımız yerden devam edeceğiz.

...

dünle beraber gitti cancağızım
şimdi yeni şeyler söylemek lazım
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım

1.01.2010

aşk bitti

yoksul bakışlı bir çocuk için
neye benzerse tek oyuncağı
bizim için aşk oydu..
sımsıkı yumduk gözlerimizi
değişmeyen gerçeğe;
her çocuk büyüyordu..

...

Şair arkadaşım Seçkin Yaman'a, bu şiirini benimle paylaştığı ve yayımlamama izni verdiği için teşekkür ediyorum. Gerçekten de şair olmalıymış kendisi...