30.03.2009

Gölgesizler

Karanlıklar ülkesinin gölgesiz insanları
Ne bir dünleri vardı ne de tek bir yarınları
Tatsız birer şakaydı sanki o var oluşları
Olmayan gölgelerinde saklıydı rüyaları

Karanlıklar ülkesinin dinmeyen yağmurları
Çıktılar yola gölgesiz ülkenin sakinleri
Sular sellere aktı, kapattı tüm sokakları
Çekildiler çaresiz yollardan gerisin geri

Karanlıklar ülkesinin kapanmış kapıları
Sürgüler de aşınmıştı, kırdılar kilitleri
Hepsi de koşar adım gölgesiz ülkeden kaçtı
Kapının dışında varmış gibi bekleyenleri

Karanlıklar ülkesinin gölgesiz insanları
Gözleri birer birer yandı görünce güneşi
Gölgesizler uzayan gölgelerine sığındı
Daha aydınlıktı sanki karanlıklar ülkesi

Karanlıklar ülkesinin olmayan sınırları
Değince güneşe karanlıktan çıkma tenleri
Tükendi hayalleri, o sınırsız sandıkları
Ait oldukları tene eklendi gölgeleri

...

Daha önceki yazılarımdan birinde belirtmiştim ortak bir şiir çalışması yapacağımı. Yukarıda da ortaya çıkan ürünü okudunuz. Katkılarından dolayı Ay Kadını'na çok teşekkür ediyorum. Umarım ilerleyen zamanlarda da hem kendisiyle hem de başkalarıyla birlikte birşeyler yaratmaya devam edebiliriz.

29.03.2009

Eski Kalpler

Çok güzel bir gündü bugün…

Hani zamanında çok sevdiğiniz ama uzun zamandır dinlemediğiniz bir şarkıyı duyunca mutlu bir şekilde hüzünlenir, geçmiş zamanların anılarına bir yolculuk yaparsınız. Bugün benim için de böyle oldu, ancak biraz daha güzel ve büyüleyici bir şekilde.

Zamanında sevdiğiniz bir şarkıyı, çok sevdiğiniz bir arkadaşınız söylerken duyduğunuzu düşünün, hatta o bir yandan söylerken bir yandan da sizin ona eşlik ettiğinizi. Daha yaşamın başında, kişiliğin yeni yeni oluşmaya başladığı zamanlarda beraber şarkı söylediğiniz bir insanla, yıllardan sonra yeniden şarkı söylediğinizi düşünün. Ve o insanın sesinin ve yorumunun, o zamankinden bile daha güzel olduğunu.

Yeni bir şarkımın kayıt sürecinde vokal yapması için eskiden aynı orkestrada şarkı söylediğim arkadaşımdan ricada bulunmuştum, o da sağ olsun beni kırmadı. Zamanında kendi küçük kız kardeşimmiş gibi sevdiğim ve yakın gördüğüm bu arkadaşımla iletişimi koparmasak da belki de görüşmemiz gerektiğinden çok daha az görüştük bu süreye kadar. Bugün görüştüğümüzde ise sanki her şey eskisi gibiymiş gibi sohbet ettik ve şarkı söyledik. Çocukken daha saf ama daha mutlu olduğumuz, gelişmeye ve bir o kadar da manipüle edilmeye açık olduğumuz zamanlardan bahsettik. İştir, aşktır derken, sohbet süremizi doldurduk ve müziğe güzel bir geçiş yaptık.

Birkaç ses açma pratiğinden sonra, biraz daha ses açalım bahanesiyle biraz şarkı söyleyelim dedik. Arkadaşım önce öğrenmeyi yeni tamamladığı ama sanki yıllardır biliyormuş gibi iyi konuştuğu Fransızcasıyla Garu’nun Belle şarkısını (Notre Dame de Paris) söyledi. Daha sonra da Fransızcasından da iyi İngilizcesiyle Beatles’dan Yesterday şarkısını dinletti bize. Bunları dinlerken şan hocam da en az benim kadar mutluydu, çünkü o yabancı müziği çok sever ama ben tamamen Türkçe odaklı olduğum için çok fazla çalma şansı bulamaz. Daha sonra biraz Gülümse, Olmaz Artık (I Will Survive) ve Esmer Günler söyleyerek ses açma safhasını da tamamladık ve vokal kayıtlarına geçtik.

Kayıt için hoca arkadaşımdan anlamsız (rastgele / doğaçlama) sözlerle şarkının girişine bir vokal yapmasını istedi. Bu tarz vokal bana yapılması en zor gelen vokallerden, çünkü hem anlam hem de ses bütünlüğü için kelimelere sığınmak gibi bir şansınız yok, ağzınızdan çıkan tarifsiz sesler doğru geldiği kadar duygulu da olmalı. Bunun en iyi örneklerini Türkiye’de Arto Tunçboyacıyan ve Cihan Okan’dan duyabilirsiniz. Sezen Aksu ve Sertab Erener de zaman zaman bazı şarkılarda bu tarz vokalleri güzel icra ediyorlar (örneğin Herşeyi Yak’ın koral nakarat bölümündeki performans, ya da Seyrüsefer şarkısındaki ara vokaller). Ben zaten arkadaşımın sesinin ve yorumunun çok iyi olduğuna emindin, ama kendisi müziğe beş senelik bir ara verdiğini söyledi ve bu yüzden en başta zorlanacağını düşündü. Ama sonuç hiç de öyle olmadı.

Gladyatör, 300 veya Yüzüklerin Efendisi filmlerindeki büyüleyici kadın vokalleri düşünün; o filmlerin epik duygusallığını yansıtan, tüylerinizi diken diken eden, gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde sizi farklı dünyalara götüren. Arkadaşımın yaptığı vokal, hem ses hem de yorum olarak, o kadar güzel, o kadar etkileyiciydi ki, ben de hocam da bir yandan bunun gerçek olup olmadığına inanmaya çalışırken, bir yanda o inanılmaz sese aşık olduk. Aynı yeri tekrar tekrar, defalarca dinledik, ve ben her seferinde bir başka iltifatla tanımladım bu yorumu. Arkadaşımın vokal kısmı bitince kendisi yanımızdan ayrıldı ve biz de asıl solistin vokal kısımlarını tamamladık ama, açık konuşayım, şarkının beni en çok heyecanlandıran kısmı girişte yapılan o vokal. Hala da nasıl bu kadar güzel olduğunu anlamaya çalışıyorum.

Bu kadar laftan sonra şarkıyı sizinle paylaşabilmek isterdim ama kayıtlar henüz bitmedi, kısmetse önümüzdeki haftaya tamamen biter. Zaten bittiği an ilk iş her türlü çevrimiçi mecrada paylaşacağım. İnşallah siz de benim kadar beğenirsiniz.

Bu günün anlam ve önemine uygun bir parça paylaşmak istiyordum ama ne Fizy’de ne de YouTube’da bulabildim. Yeni Türkü – Eski Kalpler. Umarım siz bulup da dinleyebilirsiniz.

Gerçekten de çok güzel bir gündü bugün…

28.03.2009

Mavi

Ayda bir cuma günleri bir münasebet sebebiyle öğleden sonra Kadıköy’de Bahariye Caddesi’ne gidiyorum. Bir süredir gerçekleştirdiğim bu durum benim için artık güzel ve rahatlatıcı bir ritüel haline geldi. Beşiktaş’tan vapurla Kadıköy’e geçerken bir yandan boğazın manzarasını seyredip bir yandan da müzik dinliyorum. Daha sonra meydandan caddeye yürüyorum. Bu yürüyüş sırasında bana karışık gelen ancak aslında çok da karışık olmayan Bahariye sokaklarında her seferinde farklı bir ara sokaktan geçerek bir şekilde ana caddeye çıkıyorum. Dönüş yolunda da dümdüz aşağı iniyor ve insanları gözlüyorum. Elbette şanslıyım ki bu her ayın son cumasında herhangi bir acelem ve telaşım olmadığı için aheste aheste dolaşabiliyorum Kadıköy’de. Genellikle bu şansı bulamıyor insan ama, nefesimizi koşuşturmalarda harcamak yerine yalnızca sahil havasını solumak için alabilmek gerçekten güzel ve nadir bir lüks. Bir yandan açma yiyip kola içmek, diğer yandan da yavaş yavaş yürüyüp çevreye bakmak, çok özellikli gözükmese de günümüz insanı için farklı bir aksiyon olarak sanki; ne de olsa çoğumuz günlük telaşlarımız yüzünden değil çevremizi, önümüzü bile düzgün göremiyoruz.

Biraz da fotoğraf çekme şansı buldum bugün vapurda (Çok Entel Hareketler Bunlar). Akşam beşe doğru güneşin yavaş yavaş batmaya hazırlandığı saatlerde, vapurun içinde önce bir uca sonra diğer uca giden, ve bu gidiş gelişi birkaç kez tekrarlayıp fotoğraf çeken biri olarak, insanların garip garip bakmasını bekliyordum ama, kimsenin umurunda bile olmadı bu durum; ya havanın görüntüsü gerçekten güzeldi ve fotoğraf çekmem insanlara mantıklı geldi, ya da artık insanlar kendileri dışında kimseyi umursamıyor (hep mi böyleydi acaba?). Çektiğim fotoğrafları en fazla masaüstü resmi olarak kullansam da yine de sade bir huzur verdi uzun zamandan sonra biraz fotoğraf çekebilmek.

Vapur yolculuğunda şarkı yazmışlığımda vardır ama, bugün bir şarkı dinledikten sonra dilime çok feci dolandığı için ondan başka herhangi bir şey düşünemedim. Benim bir süredir bildiğim bir şarkı ancak bilmeyenler olabilir, Akademi Türkiye’de ikinci olan Tolga Futacı’nın Mavi adlı şarkısını. Dinlemek isteyenler, kendisinin MySpace linkine girdikten sonra “mavi alaturka”yı seçerek dinleyebilir (Fizy’de kayıt bozuk olduğu için buradan veriyorum linki):

http://www.myspace.com/tolgafutaciofficial

Çok güzel bir şarkı bence; daha tanıdık bir isim tarafından söylenseydi sanırım çok daha popüler olabilirdi. Ama yine de şarkının hedef kitlesine ulaşmış olduğunu düşünüyorum (şarkının bir de caz versiyonu var ama onu beğenmedim, alaturka halinde daha güzel ruhu).

“Yine de sen sakın vazgeçme benden bekle değişirim
Yüreğime yüreğini ekle senle iyileşirim…”

Öyle gerçekten, bazı yüreklerin yanında kendinizi tam hissedersiniz, daha iyi bir insan olmak istersiniz, ya da sadece huzur bulursunuz ya, güzel anlatmış hepsini iki cümlede. Önemli olan o yüreği bulabilmek tabii.

26.03.2009

She was a grand old lady

Bazen bir kitabın sonuna yaklaştıkça içinizdeki ikilem de artar, hem heyecanla okuyup bitirmek, sonunda ne olduğunu görmek istersiniz, hem de bir şekilde sizi gerçeklerden alıp yazarın kelimelerini hayal gücünüzle renklendirdiğiniz bu dünyaya getiren o varlığın sonu gelsin istemezsiniz. Ama eninde sonunda her kitap gibi o da biter. Elbette hayatta o kadar çok bitiş var ki, bir kitabın ne önemi var diyebilirsiniz. Yeri geliyor arkadaşlıklar bitiyor, istesek de istemesek de, hatta sevdalar bitiyor. Sıkıntılı günler de bitiyor, güzel günler de. En korkunç, en çirkin anlar da bitiyor, en güzelleri de. İşte belki o kitap da o güzel anlardan biri, bitmesini istemediğimiz, ancak içten içe bitmek zorunda olduğunu bildiğimiz.

Fantastik evrenlerin iyi bir okuyucusu ve izleyicisi olsam da, ona en başta alışamamıştım. Herhangi bir bilim kurgu eseri diyerek, uzun süre ilgi göstermemiştim. Sonradan anladım ki, aslında muhteşem bir yapıtmış. Bahsettiğim şey, son bölümü bu ay yayınlanan ve biten, Battlestar Galactica dizisi. Dizinin konusundan bahsetmeyeceğim, ancak zamanı ve imkanı olan herkese izlemesini tavsiye ediyorum. Öylesine ve sıkıcı bir bilim kurgu sanarak izlediğim bu dizi, aslında o kadar derin ve sürükleyici ki, sanırım şu ana kadar izlediğim en iyi dizi ünvanını taşımaya en yakın aday. Umarım herkesin bir ara fırsatı olur da, bu diziyi izleyebilir.

Diziden bir replikle yazıya son vermek istiyorum:

“…sometimes lost is where you need to be. Just because you don't know your direction doesn't mean you don't have one.”

Belki de şu anda böyle hissettiğim için bu söz beni çok etkiledi. Çok kısa sürede çok fazla şey değişiyor hayatımda; isteyerek girdiğim yerlerden istemeden çıkıyorum, gitmek istediğim yerlerin önüne de engeller koyuluyor. Biraz durup dinlenmek istiyorum, ama başkaları ilerlerken durmak huzursuzluk veriyor. Yeni insanlar eskilere katılıyor, kimileri gidiyor (gönüllü veya zoraki), kimileri kalıyor. Pusulamın mıknatısı artık çalışmıyor, ne arkama bakabiliyor, ne de önümü görebiliyorum. Ama bir şeyin farkındayım; şu an kayıp da olsam, elbet bir zaman bir şekilde yolumu bulacağım. Biraz vakit, biraz sabır, ve biraz da şansla.

23.03.2009

Hayale Dönüş

Güne doğuşundan çok uzakta güneş
Olduğu yerde takılmış kalmış
Var oluşundan bihaber bu şehir
Günleri doldurup uykuya dalmış

Özgürüm, sevmedim, kullan-at sevda
Yeryüzünde melek, gökyüzünde düğün
Yüzünü ıslatan şayet yağmursa
Yok yanımda sevinç, al yerine hüzün

Dünden ümitlere çok geçmiş ola
Bıraktığından da eksik bulduğun
Belli ki umut olamam ben sana
Artık hayaline dön kurduğun

22.03.2009

İstek şarkı

Hayat bazen insanın karşısına çok hoş tesadüflerle çıkabiliyor. Bu tesadüfler her ne kadar küçücük, minicik, hatta gıllicik (Dilber Hala terminolojisi) olsa da, insanı bir yandan şaşırtırken bir yandan da mutlu ediyor. Elbette bu mutluluk kocaman boyutlarda değil, çok kalıcı da değil, ama insana yaşamın neden güzel olduğunu hatırlatacak derecede kafi.

absen'in askere gidişinin yaklaşması sebebiyle yapılan bir nevi uğurlama gecesinde, kendisi kemanıyla, CanBey de gitarıyla güzel ezgiler çalmaya başlarken, ben de kendilerine o gün çok da güzel olmayan sesimle eşlik etmeye çalıştım. Neyse ki onların sazları kadar sesleri de güzel de benimki arada vokal olarak saklanabildi. Bu güzel müzik gösterisine AycA harikulade sesiyle (bu konuda ciddiyim, hem sesi hem de yorumu çok güzel kendisinin, kesinlikle üstüne gitmeli bu yeteneğinin) sarper de muhteşem dans figürleriyle (bu konuda ciddi değilim) ayrı bir renk ve tat kattılar. Bostana adlı küçük ve nezih mekanda gerçekleştirilen bu performans sırasında, mekan sahiplerinden de bir istek şarkı geldi.

Olayın tesadüf kısmı da burada ortaya çıktı. Bir önceki yazımda Ezginin Günlüğü’nün Dut Ağacı şarkısından bahsetmiştim. Ben kendim çok yeni dinlediğim için şarkıya henüz hakim değildim, keza absen de, ve CanBey de şaşırtıcı bir şekilde şarkıdan bihaberdi (kendisi normalde her şarkıyı bilir). Mekan sahipleri de istek şarkı olarak Dut Ağacı’nı çalmamızı isteyince, kendilerinden bizleri mazur görmelerini isteyerek çalamadık. Ancak yine de iki gün önce keşfettiğimiz bir şarkının hemen akabinde istek parça olarak gelmesi benim çok hoşuma gitti (Dut Ağacı şarkısını Nazende’den daha çok seven başkaları da varmış, değil mi Ay Kadını :).

Şarkılarda sesimi tükettikten sonra kalanını sohbetle harcamaya karar verdiğimde, emre bana, üçlü bir müzik grubu olarak çok başarılı olduğumuzu ve bir yerlerde çalıp söylüyor olsaydık kesinlikle gelmek isteyeceğini belirtti. Bu yoruma sevindim aslında ama biraz da üzüldüm aynı zamanda. Birlikte müzik yaptığım bu iki insanla, sesimiz ve sazımız kadar ruhlarımız da muazzam bir ahenk içinde, ve kendileriyle birlikte söylemek beni hem çok mutlu ediyor, hem de birbirimizi anlayabildiğimiz için çok güzel vakit geçiriyoruz. Ancak isterdim ki yaptığımız müzik, arkadaş ortamlarında icra edilmekle sınırlı kalmasın, güzel bir şey yapıyorsak, bunu herkes dinlesin. Elbette gerçek hayatın kendi telaşları içinde bu dileği gerçekleştirmek çok da mümkün olmayabilir, ama seneler sonra “bak biz bir zamanlar çok iyi müzik yapıyorduk, bir yerlerde çıksaydık dağıtırdık ortalığı” diye kendimizi avutmak yerine, bunu şimdiden deneyip, başarı veya başarısızlığı zamanında yaşamamızı tercih ederdim. Umarım kısmet olur da seneler geçmeden o günleri de görürüz.

21.03.2009

Flashbulb Memory

Neredeyse sekiz sene olmuş. İnanılır gibi değil… 8 sene… dile bile kolay değil.

Bugün haberlerde 11 Eylül (2001) saldırıları zamanında çekilmiş ancak ilk kez ortaya çıkan bir video gösterildi. Yakın bir binadan olaya şahit olan öğrenciler bir yandan korkudan çığlık atarken bir yandan da olayı görüntülemeye çalışıyorlar.

Ben o günü çok iyi hatırlıyorum. 9/11 dışında çok özel bir olay olduğundan değil (zaten o gün herhangi bir insanın hayatında 9/11’den daha özel bir şey olmuş olabileceğini de sanmıyorum), ama olayın olduğu anı ve öncesi – sırası – sonrasında yaptıklarımı sanki dünmüş gibi canlandırabiliyorum.

O sırada üniversiteye hazırlandığım için Beşiktaş’taki Fen Bilimleri dershanesine gidiyordum. Sinanpaşa Pasajı’nın girişindeki Levi’s mağazasında bir ayakkabı beğenmiştim zamanında, o günde annemle konuşmuştuk işten gelince gidip alırız diyorduk. Sonra TV seyrederken canlı yayında 9/11 olayları gösterildi. Ben de bunu görünce çok şaşırmış ve Amerika’da okuyan ancak kısa bir süreliğine Türkiye’ye tatile gelen yakın bir arkadaşıma mesaj atmıştım böyle bir şey oldu diye. Sonra annem geldi, o da biraz TV’ye baktı, ama benim ısrarlarım üzerine Beşiktaş’a gittik. Yalnız ayakkabıyı almadık, giyince dışarıdan göründüğü kadar güzel olmadığını düşünmüştüm. Modeli bile hatırlıyorum, yarı bot tarzı, siyah, yuvarlak burunlu, kalın bağcıkları olan bir ayakkabıydı.

Bu kadar net hatırlanan anlar için “Flashbulb Memory” terimi kullanılıyor. Genelde bu hatıralar fotoğrafik olma özelliği taşıyor ve yaşanan travmatik bir olaya bağlı oldukları için çok net hatırlanıyor. Wikipedia’dan terimi doğru hatırlıyor muyum diye kontrol ettiğimde de açıklama olarak “…a great many people can remember where they were when they heard of the terrorist attacks on September 11, 2001…” cümlesini gördüm, demek ki doğru hatırlamışım.

Aşağıdaki linke tıkladığınız zaman da, izlediğiniz görüntüde bulunan insanlar için eminim bu tarz unutulmaz bir anı haline gelecek olan bir olayı göreceksiniz:

http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=184733

Olayın kendisinden ziyade, Esra Ceyhan’ın coolluğuna dikkat edilmesi gerektiği inancındayım.

19.03.2009

O zaman şarkı dinlemek lazım

İyi ki Ezginin Günlüğü diye bir grup var. İyi ki müziğe başladıklarından beri çizgilerini ve kalitelerini koruyarak muhteşem şarkılar yapıyorlar. Ve iyi ki o kadar çok sayıda güzel şarkıları var ki, birçoğu hala keşfedilip dinlenmeyi bekliyor.

Ezginin Günlüğü’nün 1987 yılında çıkardığı ikinci albümleri ‘Alagözlü Yar’da, benim yeni yeni dinlediğim ve çok beğendiğim iki şarkı var. Linklerini Youtube’dan verecektim ama absen bu konu hakkında “Bu linkleri Youtube’dan verme. Kimse K-Tunnel kullanıp o şekilde girmeye uğraşmaz. Ayrıca devletimiz o siteyi yasakladıysa, bir bildiği vardır. Tamam, bariz bir şekilde benden daha yakışıklı ve karizmatiksin ama yine de bu yaptığını etik ve legal bulmuyorum” dedi (mi acaba?) ve bundan sonra link verirken http://fizy.org/ kullanmamı önerdi. Ben de öyle yapayım o zaman;

Alagözlü Yar:
http://fizy.org/yVWud-2Spzs@

Dut Ağacı:
http://fizy.org/yWr1jRploZi@

Şarkıları dinleyen Ay Kadını da bunun üzerine “Ya bunlar ne ki? Asıl ‘Nazende’ şarkısı çok güzel onu dinle. Pek tabii sesin dünyevi standartların üzerinde ve şarkıların kızgın kumlardan serin sulara atlarcasına güzel ama yine de sen asıl bu şarkının linkini ver” dedi (kelimesi kelimesine). Ben de yine öyle yapayım o zaman;

Nazende:
http://fizy.org/ySUdS9daXpV5

Bir de, Ezginin Günlüğü’yle ilgisi yok ama, linkini vermek istediğim bir şarkı daha var. Youtube’da veya Fizy’de bulamadım, MP3’ünü bulana kadar da canım çıktı ama sonunda başardım. Aslında herkesin bildiği bir şarkı ama bu yorumu ben ilk kez dinledim ve sizin de dinlemenizi isterim;

Bülent Ersoy – Kimseye Etmem Şikayet:
http://rapidshare.com/files/211031788/Bulent_Ersoy_-_Kimseye_Etmem_Sikayet_Aglarim_Ben_Halime.zip

Yetenek ve eğitim birleşince, ortaya neler çıkabildiğinin çok güzel bir örneği…

18.03.2009

Because we can

“Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely” - John Dalberg-Acton

Şirketteki son günümde arkadaşlarla yemeğe çıkmadan önce herkesle vedalaştım (helalleştim de denebilir sanırım). Şirkette iki buçuk ay gibi az bir süre kalmama rağmen adımdan sıkça bahsedildiği için (hem iyi hem de kötü anlamda) neredeyse herkes beni tanıyordu. Elbette bu herkesin içinde benim işten atılmamı isteyen ve onaylayan insanlar da vardı. Ancak profesyonellik ve saygı gereğince o insanlarla da el sıkışıp serüvenimi öyle bitirmem gerekiyordu. Bazı müdürlerim toplantıda olduğu için kendilerini göremedim, ama veda turları atarken başka bir müdürle karşılaştım. Herkese olduğu gibi ona da teşekkür ettim ve güler bir yüzle kendisini tanımış olmaktan çok memnun olduğumu söyleyerek elini sıktım. O ise cevap olarak “E artık şarkıcılık kariyerinde başarılı olursun” dedi.

"We thought, because we had power, we had wisdom" - Stephen Vincent Benét

Aslında takmamam lazım böyle şeyleri ancak düşünmeden de edemiyorum. Ben bir müdürüm, yani içinde bulunduğum dünya çapındaki bu şirketteki en yetkili ve en güçlü insanlardan biriyim. Yeni işe aldığım çalışanlardan birinin müdürleriyle anlaşamadığı ve çok eleştirdiği bana belirtiliyor, ben de bunun için görevine son verilmesini onaylıyorum. Yani resmi olarak gerekli yaptırımları uyguluyorum. İşten atılan bu çalışan da benimle gayet modern bir şekilde vedalaşmaya geliyor. Ben de ona, yani zaten işten atılmış ve dolayısıyla maddi – manevi – ailevi birçok sıkıntı çekecek olan bu insana, son söz olarak aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir şey söylüyorum.

“I hope our wisdom will grow with our power, and teach us, that the less we use our power the greater it will be” - Thomas Jefferson

Neden mi yapıyorum? Çünkü yapabiliyorum. Ne yazık ki Türkiye’de, hatta dünyada, birçok neden sorusunun cevabı da bu. Neden düşene bir tekme de ben atıyorum? Neden polis olarak insanları dövüyorum? Neden hoca olarak öğrencilerime kötü davranıyorum? Neden müdür olarak en alt seviye çalışanımı aşağılıyorum? Çünkü yapabiliyorum.

"Never work just for money or for power. They won't save your soul or help you sleep at night" - Marian Wright Edelman

Birçok insan hayatında bir şeyleri komplekslerini tatmin etmek ve zamanında onu ezenlere cevap olarak başkalarını ezebilmek için yapıyor. Ya da yola çıkış amaçları bu olmasa bile ortaya çıkan sonuç bu oluyor. İsterdim ki gıpta edilecek, parmakla gösterilecek yerde olan insanlar, sadece pozisyonlarıyla değil, davranışlarıyla da bu yerleri hak ettiklerini gösterebilsinler. Yine de takdir etmek lazım tabii, demek ki bazı insanlar, ne pozisyona gelirse gelsin, küçük ve anlamsız galibiyetlerle hala mutlu olabiliyor. Hayatın anlamı da mutlu olmaktan geçtiğine göre…

16.03.2009

Değirmen-koğuş kahverengi

Bugün şirketten arkadaşlarla son kez (en azından bir süre için) öğle yemeğine gittik. Aynı zamanda başka bir arkadaşın da doğum günü kutlaması olduğu için yemek gayet eğlenceli ve sohbetli geçti. Sonra da arkadaşları işe uğurladım ve Cevahir’de boş boş dolaşmaya başladım.

“Geç açıldım tez soldum, olmayaydım bari gül”

Orada olan herkese buradan teşekkür etmek istiyorum, çünkü bir şekilde olması gereken zamandan daha önce oradan ayrıldığımı (zorunlu olarak) ve kimseyi yeterince tanıyamadığımı hissediyorum. Umarım zaman ve gelecek el verir de daha güzel ve yakından tanıyabilirim herkesi. Kişisel olarak gelip benimle konuşanlara da ayrıca teşekkür ediyorum. Zaten çoğu çok şaşırdıklarını ve üzüldüklerini belirttiler, ama iki arkadaşın söylediklerini uzun süre unutamayacağım sanırım. Biri cuma akşamı “birlikte ne güzel gülüyorduk, seni daha yakından tanıyabilmek isterdim” dedi, diğeri de bugün “şimdiden özlemişim” dedi, sağ olsunlar, çok hoşuma gitti açıkçası, çok da mutlu ettiler beni.

“Ne geçmiş tükendi, ne yarınlar, hayat yeniler bizleri”

Bunları duydukça, çok yanlış(lar) yaptığımı hissettiğim ve kendimi sorguladığım / suçladığım bir zamanda, bazı şeylerden ödün vermemiş olmanın, hala kendim gibi kalabilmemin ve kazanamamış da olsam belli savaşlara girmiş olmanın doğruluğuna daha çok inanıyorum. Elbette şu anda bu idealist yaklaşımın sonuçlarına katlanacak maddi ve manevi gücüm olmasaydı çok farklı şeyler söylüyor olabilirdim, ama Allah’a şükür ki hala inandığım doğruları savunma lüksüne sahibim. Tabii ki bu daha ne kadar devam eder, onu bilemiyorum.

“Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar”

Bir yolculuğu daha bitirdim; yenilerine hazırlanıyorum.

14.03.2009

(Siz böyle olsun istemezdiniz)

Gerçekten de istemezdik ama…

Eskiden düştüğümde, sadece düştüğüme ağlar ve ayağa kalkmak için birinin bana yardım etmesini beklerdim. Artık öyle yapmıyorum; düşüşümden ziyade, nasıl ve neden düştüğüme bakıyorum. Belki başka bir ayakkabı giyseydim, veya bu yoldan değil diğer yoldan yürümeyi seçseydim düşer miydim, onu anlamaya çalışıyorum. Ve de düştüğümde, ağlayıp kanamanın devam etmesini izlemek yerine, yaranın üstünü kapatıp, kabuk bağlamasını bekliyorum. Ve acım geçtiği anda da ayağa kalkıp yürümeye devam ediyorum.

Ne ilk ne de son düşen insan benim. Üstelik son düşüşüm de değil bu benim. Hatta düşüş mü tökezleme mi o bile tartışılır.

Biraz yoruldum ama bu yürüyüş sırasında. Az bir nefes almam lazım. Gerisi zaten gelir…

12.03.2009

Biz'e inan

Bugün bir arkadaşım bana daha önce hiç dinlemediğim bir şarkı dinletti. Nasıl olmuş da kaçırmışım, inanamadım. O kadar basit birşeyi o kadar güzel anlatıyor ki şarkı, paylaşmak istedim.

Jay Jay Johanson - Believe in Us:
http://www.youtube.com/watch?v=KyQCRx0e2Dw

“You believe in me, I believe in you
How come that you don't believe in us”

Sen bana inanıyorsun, ben sana inanıyorum.
Nasıl olur da bize inanmıyorsun?

En çok kendime bu soruyu sormam lazım aslında. Birçok insana inanıyorum, onların da bana inandığını biliyorum. Ona rağmen konu ‘biz’, yani aradaki ilişki olunca, kaybetme korkusuyla anlamsız davranışlarda bulunabiliyorum. Oysa ki ne kadar da basit herşeyin çözümü, ‘biz’e inanmak yeter...

10.03.2009

Ve büyür insan

Ilık yaz bahçeleri, kapanan perde
Ağlayan bir melek gözlerden ırak
Devrilir akşamlar ve büyür insan
Anılar, eşyalar, hayaller savurarak
İçinde büyüdükçe yiten bir merak

S. Y.


Şiirin ismi nedir bilmiyorum. Ne amaçla kime yazılmıştır onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yazan şairin çok sevdiğim ama uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımdan biri olduğu, ve de bu eserinin okuduğum çoğu şiirden daha güzel olduğu.

9.03.2009

O, uzun gözlü, uzun saçlı peri

Bazı eserler vardır, içinde bulundukları akımın en önemli temsilcileri, en çarpıcı örnekleridir. Benim için şiir anlamında bunların arasından en dikkat çekici olanı “Han Duvarları” şiiridir. En az bir o kadar etkileyici olan bir başka şiir ise Yahya Kemal Beyatlı’nın yazdığı “Mehlika Sultan” şiiridir.

Mehlika kelimesi Farsça’dan geliyor, anlamı ise “Ay yüzlü güzel.” Bu ay yüzlü güzele aşık olan 7 gencin hikayesini masalsı bir yaklaşımla anlatan bu şiir, sanırım okuyan herkesi bir şekilde büyülemeyi başaracaktır.

Yakın zamanda, bu şiirden esinlenerek yazmaya başladığım, ve de kısmetse bir başka yazan arkadaşımla ortak oluşturacağımız bir şiiri burada paylaşacağım. O zamana kadar sizleri, esin kaynağım olan bu harikulade şiirle baş başa bırakıyorum…

Mehlika Sultan

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Gece şehrin kapısından çıktı.
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Kara sevdalı birer aşıktı.

Bir hayalet gibi dünya güzeli
Girdiğinden beri rü'yalarına;
Hepsi meşhur, o muamma güzeli
Gittiler görmeye Kaf dağlarına.

Hepsi, sırtında aba, günlerce
Gittiler içleri hicranla dolu;
Her günün ufkunu sardıkça gece
Dediler: "Belki bu son akşamdır"

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;
Daima yollar uzar, kalp üzülür:
Ömrü oldukça yürür her yolcu,
Varmadan menzile bir yerde ölür.

Mehlika'nın kara sevdalıları
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya,
Mehlika'nın kara sevdalıları
Baktılar korkulu gözlerle suya.

Gördüler: "Aynada bir gizli cihan...
Ufku çepçevre ölüm servileri..."
Sandılar doğdu içinden bir an
O, uzun gözlü, uzun saçlı peri.

Bu hazin yolcuların en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya.
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.

Su çekilmiş gibi rü'ya oldu!..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtüler hep o hayal alemine.

Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Seneler geçti, henüz gelmediler;
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç
Oradan gelmeyecekmiş dediler!..

Yahya Kemal Beyatlı

Bu da yetmediyse, piyanist Ece Merve Yüceer’in bu şiir üzerine bestelediği parçayı da buradan dinleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=yvjIzyhBFe

Güzel (olduğun) zamanlar

Sesini duyduğumda heyecanlanırdım
Yüzünü gördüğümde kalp atışlarım hızlanırdı

Geçen gün bir vesileyle eski resimlere baktım
Ne o eski heyecan, ne de istek kalmış
Yalnızca
Güzel olduğun zamanların
Güzel anıları…

Ne yaptıysam iyi ki yapmışım, pişman değilim
Ha, sen beni anlamadın, o senin tercihin

İsterdim ki gözün hala gözümde, başın omzumda olsun
Kısmet değilmiş

Sen artık başka bir yaşamın insanı
Başka bir insanın yaşamısın
Yolun açık olsun…

7.03.2009

No offense

Sayın Behçet Necatigil Bey alınmasın ama...

Gerçekten de çirkinmiş
dar vakitlerde birşeyleri
söylemeye çalışmak.

Söyleyemediğiniz için,
söyletmeyen zamanlara değil de
yakınınızdaki insanlara kızmak.

Bunun sonucunda da
çemkirdiklerinizin
artık kendi dar vakitlerini,
kendilerine kızan insanlar yerine
kendilerini rahatlatan insanlarla geçirmeyi
(haklı olarak) tercih etmelerini
anlayışla izlemek...

6.03.2009

Dahası var mı..?

İnsan olarak çok genel bir huyumuz var. Kendi yaşantımızın doğrularını geri kalan herkes için de genelliyoruz ve bu doğrulardan şaştıkları an yargılamaya başlıyoruz. Dolayısı ile insanların şikayetlerini / mutsuzluklarını birer lüks olarak algılıyor ve “biz de bunları yaşadık, dayan biraz, geçer” şeklinde geçiştiriyoruz. Hatta öyle ki, biz yaşadık ya, onlar da yaşasın, niye mutlu olsunlar ki acı çekmeden diye düşündüğümüz bile oluyordur, ve bu düşüncelerle insanları yönlendiriyoruz. Koşulsuz, fedakarlık yapmadan veya birşeylerden vazgeçmeden de bazen mutlu olunabileceği düşüncesi aklımızın ucundan bile geçmiyor.

Sonra n’oluyor? Birileri mutsuzluktan ağır depresyona giriyor, ya da her gece ağlamaya başlıyor, ya da kırıp döküyor, çevresindekileri üzüyor, ortalığı dağıtıyor, ya da işi gücü, hayatı, zevkleri bırakıp dünyadan kaçıyor. O zaman da şaşırıp nasıl olur böyle birşey, hiç de anlamamıştım diyoruz. Ve ancak o zaman demek ki birşeyler yanlışmış diyor, anlıyor ve kabulleniyoruz. Çoğunlukla da iş işten geçmiş oluyor...

Böyle kocaman iniş ve çıkışların insanı olmadım hiçbir zaman. Böyle bir kriz de ne yaşadım ne de yaşattım daha önce. Mutlu olduğum zaman da mutsuz olduğum zaman da baştan hissettirdim ve ona göre davrandım. Üstelik çevremdekiler de mutsuzsa uyardım ve bu konuda birşey yapmaları gerektiğini, yoksa sonunda mutsuzluktan patlayacaklarını, ve bu patlamaların onlar için çok zararlı olacağını söyledim. Çünkü öyle de olur çoğunlukla, insan küçük sıyrıklarla atlatırsa savaşlarını onlar bir şekilde iyileşir, ama büyük yaralanmalar iyileşse bile izi kalır, ve bedende kalan izler önemsiz olsa da ruhta kalan izler öyle değildir, içine atıldıkça derinleşir.

Şu anda çok da mutlu olmadığımı zaten çoğu insan biliyor; bir kısmı bu konuda birşeyler yap derken diğer bir kısmı da sabret geçer veya şu an krizdesin / depresyondasın o yüzden böyle diyorsun diye tavsiyede bulunuyor. Bazen nedense psikoloji mezunu olduğumu, herşeyi çok düşündüğümü ve kendimi herkesten çok yargıladığımı / suçladığımı unutuyorlar gibi geliyor (ya da ben bunlara sığınarak yakındıklarımın doğruluğuna kulp arıyorum). Açık ve net söylemek gerekirse, depresyonda değilim, krizde de değilim, ama isyandayım biraz, belki alışamadım, belki de gerçekten mutsuzum. Ve bu konuda önlemimi hemen almak, şu an harekete geçmek istiyorum, durum daha kötü olmadan. Ama bu isteğimi bazıları lüks görüyor, pes etmek görüyor (belki de gerçekten de öyle, ben de emin değilim henüz). Oysa ki çevremdekiler ağlama krizlerine girince veya herşeyi bırakıp hayattan vazgeçince o zaman anlayış gösteriliyor, çünkü artık yoğun mutsuzluklarının çok bariz ve reddedilemez olduğu belli oluyor.

Ben de o yolda, istemeden de olsa ilerliyor gibi hissediyorum. Birşeyleri değiştirmek, insanların anlamasını sağlamak için, illa delirmek, olay çıkarmak, kriz yaratmak mı lazım? Elbette ki bunun olmasına izin vermem ve tabii ki yapmam ama, ne yazık ki böyle şeylere alışmışız, herşeyi çok geç olduktan ve kocaman pişmanlıklar yaşadıktan / yaşattıktan sonra anlamaya, gözümüzü o zaman açmaya. Ve bu mantaliteden artık çok yoruldum. Duygularımızı paylaşmamaya, içimize atmaya o kadar alıştırılmışız ki, bunu yapmamız garip / aciz görülüyor. Oysa ki herkes unutuyor, hepimiz insanız, ve hayata mutsuzluklukları biriktirmeye değil mutlulukları yaşamaya geliyoruz. Ve bunu yapabilmek bizim elimizde olmasına rağmen, ailemiz, arkadaşlarımız, patronlarımız ne der diye düşünüp yapamıyoruz.

Levent Yüksel’in bir şarkısında bir söz geçiyor, ve de herşeyi en güzel o açıklıyor:

“Mutsuzsun... dahası var mı..?”

3.03.2009

O lâcivert ülkeye

Gurbete

Gurbete kaçacağım
O lâcivert ülkeye

O üzünç denizine
Uzayan iskeleye

Ansızın sormaksızın
Neler kalır geriye

Gurbete kaçacağım
O kimsesiz ülkeye

O geri dönülmeze
Bağlanan ilk köprüye

Umarsız durmaksızın
Acılar tüketmeye

Gurbete kaçacağım
O duvaksız tepeye

O yolunda gözyaşı
Çeşmesi kuru köye

Kopup yalnızlığımdan
Kopup sonsuzluğumdan

Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye


Yaşar Miraç

Yukarıdaki şiiri Yeni Türkü şarkılaştırarak söyledi zamanında. Üstelik söyleyen Derya Köroğlu değil, o zamanlar grubun bir üyesi olan Zerrin Atakan’dı. İyi ki de öyleymiş; şarkının bu hali o kadar büyüleyici, o kadar muhteşem ki, dinlediğiniz an yalnızlığınızdan kopup kendinizi o lacivert ülkeye atmak istiyorsunuz. İnanmıyorsanız:

http://www.youtube.com/watch?v=sL4sYAs7ufE

2.03.2009

Tarafsız sular

Tarafsız kalmak gerçekten çok zor, ve gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. İş yaşamında veya özel yaşamda, tanıdığınız insan sayısı arttkça, bulunmanız gereken potansiyel taraf sayısı da artıyor. Her zaman daha geniş bir kitleye hitap etmek ve daha çok insanın hayatında bulunmak istediğim için genelde tarafsız olmayı tercih ediyorum, ancak bir yerden sonra bu hem yıpratıcı oluyor, hem de sonunda yalnız kalıyorum.

Şu bir gerçek ki kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ben her ne kadar beni herkes sevsin ben de herkesi seveyim mantalitesiyle işleyen bir insansam da artık bunun gerçek olmadığının farkındayım. Dolayısıyla da zamanımı daha çok sevdiğim insanlara ayırmaya çalışıyorum. Bu insanlar aynı “taraf”a mensuplarsa sorun yok, ancak farklı taraflardaysa işte o zaman sorun çıkabiliyor.

Haklı ve haksız da yok çoğunlukla böyle durumlarda, herkes kısıtlı olan zamanında sevdiği insanları görmek istiyor, ve bunu yaparken karşı tarafı üzmekten de bir yerden sonra çekinmiyor. Doğrusu bu belki de, kimse başkalarını kendinden fazla düşünmemeli, düşünemez de. Ben ise her tarafa gülümserken farkediyorum ki, o tarafların içindeki insanlar kendi aralarında gittikçe daha samimileşirken, ben hala ortadaki tarafsız pozisyonumu koruyorum. Bunun iyi yanı her taraftan insanla hala iletişim içinde olmak. Kötü yanı ise kimseyle olmak istediğin kadar samimi olamamak, bulunduğum konum itibariyle herhangi bir taraftan olmadığım için. Eskiden bundan daha az etkileniyordum ama artık çok zorlanıyorum bu durumlarda. Çok ama sınırlı samimiyettense az ve sınırsız samimiyet istiyorum. Ancak bu tarafsızlık mantalitesiyle buna ulaşmak gitgide imkansızlaşıyor.

“İyilik yap, denize at” demişti geçenlerde bir arkadaşım. O iyilikler o kadar çok birikti ki, tarafsız sularımda yüzemiyorum artık; attıklarımla sığlaştı çünkü deniz. Suyun üstünde yürüyorum, dışardan bakınca mucize, içerden bakınca yalnızlık...