30.04.2009

Körlerin Koridorları

Dünyanın en büyük ve ünlü oyun yapımcı firmalarından Blizzard Entertainment tarafından yaratılan ve hepsi de birbirinden çok bilinen üç tane oyun evreni var: Warcraft, Starcraft ve Diablo. Şu anda Warcraft çevrim içi oyun piyasasını altını üstüne getirmiş ve 12 milyona yakın kayıtlı oyuncu rakamıyla birçok rekoru kırmış durumda. Starcraft ise ikinci, Diablo da üçüncü oyunuyla raflardaki yerini almaya hazırlanıyor.

İlk Diablo’yu oynayanlar hatırlarlar, yer altı mezarlığı bölümlerinde alınan bir görev için “Halls of the Blind” adlı bir mekana gitmeniz gerekiyor. Mekana inmeden önce görev ile ilgili bilgi veren Deckard Cain şunları diyor:

“Darkness shrouds the Hidden. Eyes glowing unseen with only the sounds of razor claws briefly scraping to torment those poor souls who have been made sightless for all eternity. The prison for those so Damned is named the Halls of the Blind.”

Hatta Adria adlı cadı da bu bölgeye gitmememiz konusunda bizi uyarıyor ve diyor ki:

“This is a place of great anguish and terror, and so serves its master well. Tread carefully or you may yourself be staying much longer than you had anticipated.”

Elbette bu uyarıları dinliyor ve yine de yer altı mezarlarına geri dönüyoruz. Mekanı buluyoruz ancak girişi kapalı, fakat bir kaidenin üzerinde “Book of the Blind” adlı bir kitap bulunuyor. Kahramanımız kitabı açıp aşağıdaki şiiri okumaya başlıyor:

I can see what you see not.
Vision milky, then eyes rot.
When you turn they will be gone,
Whispering their hidden song.
Then you see what cannot be,
Shadows move where light should be.
Out of darkness, out of mind,
Cast down into the Halls of the Blind.


Bu şiiri oynarken ilk duyduğumda çok beğenmiştim ve hala da hafızama kazınmış durumda. Hatta o zaman bu şiirden güzel şarkı da yapılır diye düşünmüştüm, Dargaard adlı bir grup da bunu yapmış (benden bağımsız olarak tabii). Şarkıyı http://www.dargaard.com/down%20to%20the%20halls%20of%20the%20blind.mp3 bağlantısından dinleyebilirsiniz. Ne kadar başarılı olduğu konusunu ise sizin yorumunuza bırakıyorum.

Kahramanımız daha sonra kitabı okuyunca açılan bölüme giriyor ve burada görünmez olabilen ‘Illusion Weaver’ adlı yaratıklarla savaşıyor. Görev sonunda ise Optic Amulet adlı aksesuara sahip oluyor.

Diablo'da bir başka görev olarak da Lachdanan vardı aslında... Ondan da başka bir yazı da bahsederiz.

27.04.2009

CelebNation

Uzun süren bir doğum günü kutlama maratonundan sonra nihayet normal hayata dönmüş bulunmaktayım. Bu kısa süreçte dikkatimi çeken birkaç nokta da olmadı değil.

Öncelikle bu sene hem aile hem de arkadaşlarla farklı mekanlarda kutlama imkanı buldum doğum günümü. Aile konusunda 25 kişiye yakın bir topluluk bizim evdeydi ve sanırım uzun zamandır aileden bu kadar çok kişi bir araya gelmemişti (gerçi benim olayımdan çok annemin muazzam yemekleri için geldiklerine eminin). Arkadaşlarla ise, aslında absen’in taktiği olan farklı gruplardan insanları bir araya getirme yöntemini kullandım ve sonuç gayet başarılıydı (MBA grubu + lise). Ancak yine de bu biraz riskli bir opsiyon, insanlar anlaşamaya da bilirdi mesela, o yüzden dikkatli olunması lazım bu tarz durumlarda.

Dışarıda kutlama dışında da telefon, SMS, Facebook ve Blogger yoluyla birçok insan da doğum günümü kutladı, çok çok sağ olsunlar. Kazakistan, İngiltere, Dubai, Amerika ve Konya’dan kutlayanlara ayrıca teşekkür ederim, mesafelerin insanları bir yere kadar ayırabildiğinin yaşayan kanıtları kendileri. Bir de elbette kutlamayanlar konusu var. Bu yazıyı birkaç sene önce yazıyor olsaydım biraz sonra kuracağım cümleler daha farklı olurdu ama, sanırım, 25 yaşına gelip de bazı şeyleri daha rahat görebildikten sonra insanın düşünceleri değişiyor ve belki de hafifliyor. Eskiden doğum günümün gününde kutlanmasına çok önem verirdim, ne de olsa 23 Nisan unutulması zor bir gün diye de kutlamayanların bahanelerini kabul etmezdim. Şimdi ise görüyorum ki aslında çok da önemli bir durum değil doğum günü. Hatta belki de insanların birbirleriyle görüşmesi ve konuşması için ekstra bir sebep yaratmaktan öteye de gitmiyor amacı. Dolayısı ile kutlamayı bir zorunluluk, kutlamamayı da bir hata olarak değil de, kutlamayı hoş bir hediye, kutlamamayı da normal görmek lazım sanırım. Çünkü ben de bu birkaç sene içinde kesin unutmam dediğim insanların bile doğum günlerini kutlamayı unuttum, hatta Facebook olmasa neredeyse kimseninkini hatırlayamazdım. Ayrıca edison’un bu konuda muhteşem bir yorumu var, onu da paylaşmak isterim. edison’un doğum gününe bir sebepten dolayı gidemeyeceğimi bildirmiştim ve özür dilemiştim, o da bana “Özür dilemene gerek yok, biz sadece doğum günlerinde görüşen insanlar değiliz ki, başka zaman görüşürüz” demişti. Bu olgun davranışı bana doğum günleri konusunda yeni bir bakış açısı kazandırdı: zaten arkadaş olan insanlar için, görüşebilecekleri herhangi bir günden çok da farkı yok doğum günlerinin.

Pek tabii hayat değişken bir olgu; zaman geçtikçe hayatımıza yeni insanlar giriyor, eskileriyle olan ilişkilerimiz de iyi veya tersine bir şekilde değişiyor. Senelerdir doğum günümü kutlayan insanlardan bu sene kutlamayanlar da oldu, ilk kez bu sene kutlayan yeni insanlar da. Coğrafi mesafelerin manevi mesafeleri etkileyemeyeceğini gösterenler de oldu, gözden uzak olup yavaş yavaş, istemeden de olsa gönülden uzaklaşanlar da.

“Nothing endures but change.” - Heraclitus

Bir yandan bazı şeyler hiç değişmiyor derken, diğer yandan bazı şeylerin değişimi engellenemiyor. Sanırım önemli olan bir şekilde bu dengenin içinde kendi yerimizi bulabilmek ve uyum sağlayıp yola devam etmek.

23.04.2009

Yaş 25, yolun...

İlk çeyrek asrımı devirirken, hayatımda var olan herkes ve her şey için hem teşekkür ediyor, hem de şükrediyorum. Umarım bundan sonra her şey daha da güzel bir şekilde devam eder.

Sözü fazla uzatmadan, iki sevgili arkadaşımın benim için yazmış olduğu şiirleri sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Ahmet’tir onun adı, boyunsuz tombul canavar
Her taksicinin rüyasında onun gibi bir tembel var
Sesi bilmem kaç oktavdır, atıyor mudur bilinmez
Tertemiz bir kalbi vardır, o hiç şüphe götürmez.”


G. E. Y.

“Her gün bir ahır yer, yer de doymaz Ahmetçik
Babası harçlığını keserse, oturur ağlar vik vik
Oktav oktav çıkar sesi, feysbukun kıdemlisi
Kebabın efendisi, sahnelerin prensi
Biricik Ahmet’imiz, içimizden birisi
Vicdanımızın sesi, o bir sanat güneşi
Canımız Ahmet’imiz.”


S. A. S.

Yeni yaşımda kendime ve tüm sevdiklerime sağlık, huzur ve mutluluk diliyorum…

21.04.2009

I am not there

Terminator: The Sarah Connor Chronicles izlerken bir bölümde cenaze sahnesinde rahibin okuduğu bir şiir dikkatimi çekti. Aslında bu şiir daha önce Desperate Housewives dizisinde de kullanılmış ama nedense orada çok dikkat etmemişim.

Şiir “Do Not Stand at My Grave and Weep” adını taşıyor. Çok uzun zaman boyunca anonim olarak bilinmiş ve kullanılmış, ancak daha sonra Mary Elizabeth Frye adlı bir ev kadını tarafından yazıldığı ortaya çıkmış. Ancak yine de şiirin kökenlerinin Kızılderililer’in Navajo kabilesinden geldiği de söyleniyor. Aynı zamanda Wilbur Skeels da şiirin farklı bir versiyonunu yazmış.

Şiirin en bilinen hali aşağıdaki gibi:

Do not stand at my grave and weep.
I am not there, I do not sleep.
I am a thousand winds that blow,
I am the diamond glints on snow,
I am the sunlight on ripened grain,
I am the gentle autumn rain.
When you awaken in the morning's hush
I am the swift uplifting rush
Of quiet birds in circled flight.
I am the soft stars that shine at night.
Do not stand at my grave and cry,
I am not there. I did not die.

Açıkçası benim çok hoşuma gitti şiir; hem içerik ve anlam olarak, hem de teknik yapı itibariyle çok başarılı. Kaybettiğimiz insanların aslında anılarıyla ve güzel anlarıyla hayatın değişik zaman ve mekanlarında hep yanımızda olduğunu söylüyor. O insanların güzelliklerini, hayatın güzel anlarında görüp hissedebileceğimizi anlatıyor. Yani fiziksel ölümün ruhani ölüm olmadığını söylüyor.

Şiir ayrıca birçok şekilde şarkı olarak da söylenmiş. Lizzie West adını Prayer koyarak, Shaz Oye de Requiem olarak söylemiş (http://www.shazoye.com/donotstand.mp3). Katherine Jenkins ise şiirin orijinal adını koruyarak albümünde parçayı seslendirmiş. Arp sanatçısı Sue Rothstein’ın müziğiyle bir şiir okuması da mevcut (http://www.suerothstein.co.uk/track%2035-i%20did%20not%20die.mp3). Şiirin İngiliz çocuk korosu Libera tarafından söylenmiş bir versiyonu da bulunmakta (http://fizy.com/s/1317c3). Şiir ayrıca 2005 yapımı BBC filmi The Snow Queen’de de yarı şarkı yarı şiir şeklinde okunmuş (http://www.thesnowqueenpkj.com/). Bunun gibi daha birçok örneğe rastlamak mevcut, yani şiir birçok sanatçıya ilham vermiş diyebiliriz.

Bazı dizileri izlemenin böyle güzel yanları da oluyor bazen. Asıl zor (ama güzel) olan, bu tarz arka plandaki cevherleri yakalayabilmek, elbette izlenilen yapımda böyle bir cevher varsa.

19.04.2009

Beyaz Show - Türkü Gecesi

Sanırım cuma günü yayınlanan Beyaz Show programı son yıllardaki en güzel televizyon programı olmuştur. Kendisi türküleri çok seven hatta albüm bile çıkaran Beyazıt Öztürk bu programda bir türkü gecesi yaptı; konukları da Hüseyin Turan, Sevcan Orhan, Çetin Akdeniz, Ali Çakar ve Ümit Tokcan’dı (programı izlemek için bkz: http://canlidizi.com/Beyaz-Show-Izle_301_1239919200.html)

Hüseyin Turan zaten neredeyse herkesin tanıdığı, yorumu da sesi de çok güzel olan bir sanatçı. Sevcan Orhan ise 27 yaşında olmasına rağmen şimdiden halk müziğinin çok önemli seslerinden biri olmuş durumda. Onun da sesi ve yorumu çok etkileyici, üstelik güler yüzlü, sevimli, alımlı ve duruş sahibi bir şarkıcı, yani her anlamda sahneye çok yakışıyor. Kendisini izlemek hem zevkli, hem insana huzur veriyor, hem de insanın yüzünü güldürüyor. Çetin Akdeniz daha halk ozanı tipinde bir sanatçı, kalın sesiyle türküleri söylerken bir yandan da bariz bir şekilde virtüözü olduğu sazını konuşturuyor. Ümit Tokcan biraz daha eskilerden; çok ünlü bir TRT sanatçısı, zaten halk müziğinin duayenlerinden biri olarak anılıyor. Ali Çakar ise yeni Türk Halk Müziği yorumcularından, güzel ve tiz bir sesi var ve bu konuda iyi eğitimli olduğu her halinden belli çünkü sesini çok iyi kullanıyor.

Programı izlerken bir süre sonra fark ettim ki türkülere ben de eşlik etmeye başlamışım, hareketli olanlarda elim kolum oynuyor ve yüzümde dışarıdan bakıldığında ‘hayran’ olarak tanımlanabilecek bir gülümser ifade var (izleyenler görmüştür, aynı ifade Beyaz’ın yüzünde de vardı). Bu hayranlık elbette bireyleri içerse de daha genel anlamda müziğin büyüsüne olan hayranlık.

Müzik gerçekten de harika bir şey; kendi içinde çok farklı bir dinamiği ve ahengi var. Beraber müzik yapmış insanlar bunu çok iyi bilirler; eğer bu kişiler iyi müzik yapıyorsa ve birbirlerini anlıyorsa, işte o zaman hem yapılan işten alınan zevk hem de sonucunda ortaya çıkan eser muhteşem oluyor. Bu programda da aynı şey çok güçlü bir şekilde hissediliyordu.

Programın normal bitiş saati 2:00 olmasına rağmen 3:10 civarı bitti, o da konuklar devam etmek istemesine rağmen seyircilerin bir kısmı uyku moduna geçtiği için. Ben de program bittiği an o heyecanla bu yazıyı yazdım. Bir yandan da uzun süren hastalığımdan dolayı öksürmekten zarar görmüş boğazımı düşündüm ve şarkı söylemeyi ne kadar çok özlediğimi fark ettim. Aynı zamanda Ali Çakar’ın onca üstat yanındaki rahatlığına, danslarına ve eşlik edişine hayran kaldım; kendimde bu konulardaki eksikleri ve nasıl kapatabileceğimi düşündüm. Hüseyin Turan’ın mütevaziliğini düşündüm, aralarındaki en ünlü isim olmasına rağmen birçok şarkıda eşlik etmekle yetindi, hatta Beyaz’ın yanına gitti, onun da söylemesini sağladı. Çetin Akdeniz’in kendinden geçmiş bir şekilde saz çalışını düşündüm; sanırım bir çalgıyı bu kadar iyi çalınca bir süre sonra çalgı vücudunuzun ve benliğinizin bir parçası oluyor, tıpkı kendi sesiniz gibi. Sevcan Orhan’ın başarısını düşündüm, benden yalnızca 2 yaş büyük ama hem bulunduğu yer çok önemli, hem de o yeri sonuna kadar hak ediyor. Ve de Ümit Tokcan’ın mutluluğunu ve huzurunu düşündüm, yeni nesillere halk müziğini sevdirecek, işini iyi yapan, başarılı sanatçılar bıraktığı için.

Kısmet olur da belki bir gün biz de Beyaz Show’a çıkarız; Ece’nin güzel sesine absen’in kemanı, CanBey’in gitarı ve Narcissus’un piyanosu eşlik eder; benim naçizane sesim de ara ara duyulur. Hatta belki programda bir de deneyimli isim olur, Levent Yüksel mesela, onunla birlikte şarkılar söyleriz.

Ama olmazsa da çok önemli değil, çünkü müzik gerçekten de harika bir şey, ve sevdiğin insanlarla birlikte müzik yapıyor olmak bile yeterli. Gerisi teferruat…

17.04.2009

17 nisan kutlu olsun

Sene 1995… Burnumuzun bir karış havada olmadığı, hayallerimizinse sınırsızca uçtuğu zamanlar. Robert Kolej adlı rüyayla karışık dünyaya uzun ve yoğun bir nefes almadan çalışma döneminden sonra (kolej sınavından 4 yanlış 1 boş, yani 94 net yaparak) başladık.

Seneler 1996 – 1998… edison kardeşimle ortak arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık. Kendisini o aralar daha çok oynadığımız futbol maçlarındaki haşin ve sinirli tavırları (ve de 10 numaraları andıran yeteneği) ile tanıdık. Yanlış okumadınız, zamanında futbol oynardım.

Sene 1999… edison’la ilk kez aynı sınıfa düştük. Enteresan sebeplerden kavgalar etsek de (örn. İngilizce okunan kitapların Türkçe dersinde Türkçe kitap okunması olarak lanse edilmesi) kankalık yolunda emin adımlarla ilerlerken, çocukluktan gençliğe geçişimizi de yavaş yavaş başlattık.

Sene 2002… edison’la bir kez daha ve son kez (çünkü son senemizdi) olmak üzere yine aynı sınıfa düştük. Bu sefer yanımıza Uğur adlı kadim dostumuzu da aldık. Üniversite sınavı telaşı ve baskısının en yoğun olduğu bu senede hala her gün okula gelmek istememde kendilerinin payı yadırganamaz derecede çoktu. Hele bir de ‘Aztekler’ olayı vardı ki hala hatırladıkça gülerim (kısaca: tarih hocamız bir savaştan bahsederken Anzaklar yardıma geldi demek yerine Aztekler dedi. Soruma cevap olarak bana söylediği için ben o an tepki veremezken, edison yüzünü kapayıp gülmekle yetindi, Uğur ise yanında oturduğu camı açıp dışarı doğru gülmeye başladı. Hoca konuşmayı bitirince ben de dayanamayıp anırma sınırlarını zorlayarak güldüm).

Sene 2009… tarih 17 nisan… edison’un 25. yaş günü. Kendisi hala 10 sene önceki saflık ve iyiliğini koruyabilen nadir insanlardan biri. Ortak arkadaşımız Burak’ın da dediği gibi “Kızım olsa düşünmeden veririm” diyebileceğimiz bir insan (gerçi yaşayan efsane 3M Gökçe hayatına girdiğinden beri –mmmmmmmm dot com– ona da gerek kalmadı). Kendisinin doğum gününü bir kez daha kutluyor, kendisine daha nice nice mutlu, sağlıklı ve birlikte geçirilecek eğlenceli yaşlar diliyorum.

16.04.2009

Bahar Sergisi


Bu cumartesi günü Nik Sanat Galerisi’nde Geleneksel Bahar Sergisi’nin gösterimi başlayacak. Bu sergi 18 nisan cumartesi gününden 30 nisan pazar gününe kadar devam edecek. Sergide profesyonel ve amatör sanatçıların eserleri yer alırken, ailemden de iki kişi bu sergide katılımcı olarak bulunacak; babam fotoğraflarıyla, amcam da resimleriyle.

Gelebilen herkesi beklerim, davetiye ve sergi detayları yukarıdadır.

15.04.2009

'Chuck'ma 3D

Çocukken her hafta aldığım bir dinozor dergisi vardı. Derginin ilk sayısında T-Rex şeklinde bir gözlük verilmişti ve bunu kullanarak her sayıdaki ‘üç boyutlu’ resimlere bakıp onları tıpkı yanımızdaymış gibi görebiliyorduk.

Bildiğiniz gibi Chuck adlı aksiyon / komedi dizisi bu pazartesi günü 3 boyutlu olarak yayınlandı. Çocukken bile çok da etkileyici olmayan bu numaranın bir aydır CNBC-E kanalında bangır bangır reklamının yapılması garip geldi en başta. Ancak günümüzün gelişen teknolojisini düşünüp herhalde benim zamanımdakinden daha güzel yapmışlardır dedim ve dergiden gelen gözlüğü takarak diziyi izlemeye başladım. Aradan 5 dakika geçmedi ki gözlüğü çıkardım ve normal bir şekilde izlemeye devam ettim.

Öncelikle renkler çok kötü oldu gözlüğü takınca, evet o şekilde izleyince normal görüntüye nazaran bir derinlik etkisi oluyor ama bu etki hem çok az, hem etkileyici değil, hem de dizinin tüm renklerini alt üst ediyor. Üstelik bu saçma renk cümbüşü gözleri çok yorduğu için gözlükle izlerken kısa bir süre içinde acı çekmeye başlıyorsunuz. Dolayısıyla da değil diziden daha fazla keyif almak, normalde aldığınızdan bile daha az zevk alıyorsunuz.

Sözün özü, Chuck 3D olmamış. CNBC-E’ye de yakıştıramadım, tamam diziyi çeken onlar değil ama bu kadar gereksiz bir şey için bu kadar gürültü yapmanın ne alemi vardı. Elbette ben de Yvonne Strahovski’yi daha yakından görmek isterdim ama bulanık renklerle olacaksa ve kendisini göremeden gözlerim bozulacaksa hiç görmeyeyim daha iyi. Kendisi kim midir? Tabii ki dizideki Sarah Walker adlı güzeller güzeli ajanımız.

12.04.2009

Derbi Dediğin

Bir Beşiktaş’lı olarak Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan maçları izlemeyi çok seviyorum. Öncelikle benim takımım maçın içinde olmadığı için (gerçi maç sonucu elbette puan durumunu ve dolaylı olarak Beşiktaş’ı da etkiliyor ama) biraz daha rahat izliyorum. Bir de genel olarak Fenerbahçe’yi sevmediğim için, Galatasary’lı olan babamla tek taraf olarak maçı gayet fanatik bir şekilde izleyebiliyoruz.

Bugünki maçın son dakikasına gelmeden birkaç detaya göz atalım. Öncelikle maçın en güzel bölümü ilk yarıdaki Roberto Carlos ve Harry Kewell mücadelesiydi. Kewell sağ kanattan atak yaparken Carlos’un da onu durdurmaya çalışması çok güzel görüntülere sahne oldu, iki futbolcu da dünya çapında deneyime, yeteneğe ve üne sahip oldukları için, ikisi de zaman zaman çok güzel hareketlere imza attılar.

Galatasaray’ın maça Cassio Lincoln’süz başlaması elbette kabul edilir gibi değil. Bu konu çok tartışmaya açık ama Bülent Korkmaz bu konuda duygularına ve komplekslerine yenik düşerek takımı tehlikeye atıyor. Hamburg maçlarında da böyle oldu, bugün de.

Bir de Guiza var tabii. Turkcell Süper Lig’in en pahalı oyuncusu bugün tuttuğu takımı karıştırmış olmalı ki, yaptığı her harekette Galatasaray taraftarlarına “iyi ki Fenerbahçe’de Guiza var” dedirtti. Kendisini tebrik ediyorum.

Maçın sonunda çıkan kavgayı da şöyle özetleyebiliriz kısaca; Carlos serbest vuruş kullanacakken Lugano barajdaki Emre’ye gidip arkadan kafa atıyor. Daha sonra çıkan kavgada ortalık birbirine karışıyor. Arda sinirlenip Lugano’ya müdahale ederken Semih Arda’nın kafasına vuruyor, sonra da Arda çıldırıp Semih’e vuruyor (hatta Semih kendini yalandan yere atıyor, De Sanctis de gelip onu ayağa kaldırıyor). Sonuç olarak da adı geçen dört futbolcu da kırmızı kart görüyor.

Maç içindeki bu kartlara aslında Selçuk, Emre Bölezoğlu ve Sabri de eklenebilirdi bence. Emre devamlı parmağını birilerine sallayıp tehdit ederken Sabri de her an kavga çıkarmak için ateşe körükle gidiyordu. Selçuk ise attığı uçan tekme sonrasında ikinci sarıdan kırmızıyı görmeliydi.

En akıllıca davrananlar ise Carlos, Lincoln ve Baros oldu. Herkes kavga ederken üçü orta sahada durup bu enteresan durumu izlediler. Büyük ihtimalle de çok şaşırmışlardır futbolcuların bir anda bu kadar celallenmesine. Hatta belki de eğlenmişlerdir izlerken, iddiaya bile girmişlerdir kim kimi döver diye. Çok da haksız sayılmazlar zaten, o kadar trajikomik bir bitişti bugünkü derbininki.

11.04.2009

Dünya sizin, onu iyi kullanın

İş Bankası MaxiMiles adında yeni bir kart çıkarmış. Bu kart için iki ayrı reklam filmi çekilmiş ve ikisi de bir süredir televizyonda yayınlanıyor. Henüz 2009 yılının yarısına bile gelmediğimizin farkındayım ama sanırım bu iki reklam bu senenin en iyi reklamları olacaktır ve Kristal Elma’da ödül alacaktır (gerçi sektör eksperimiz sarper daha iyi bilir ama:).

Reklamlarla ilgili çok yorum yapmaya gerek yok. İş hayatıyla ilgili bu blogda bütün anlatmaya çalıştıklarımı birer dakikada harika bir şekilde özetliyorlar. Şimdi sizleri kendileriyle baş başa bırakıyorum.

Ajans: Medina Turgul
Yönetmen: Martin Werner
Prodüksiyon: Depo Film


10.04.2009

Büyü'lü sözler

Çoğunuzun bildiği gibi dünyanın en ünlü kart oyunlarından biri Magic the Gathering. Oyun fantastik bir evrende geçiyor ve amacınız büyü ve yaratıklardan oluşan kartlarınızı kullanarak rakibinizi yenmek. Oyunu daha çok bilgisayarda oynamış olsam da, hala elimde kartları bulunur.

Kartların benim ilgimi çeken iki önemli özelliği var. İlki tüm kartlarda bir resim bulunması ve bu resimlerin işinin ehli sanatçılar tarafından çizilmesi. Elbette her resim güzel veya enteresan değil ama bazı kartlar sırf resimleri için bile alınabilir. İkinci ve daha önemli özelliği ise, her kartta olmasa bile birçok kartta oyunun evreniyle ilgili sözler bulunması; bu sözler de evreni yaratanlar veya kitaplarını yazanlar tarafından yazıldığı için çok güzel olabiliyor, ve ben de güzel bulduklarımı bir dosyada saklıyorum (aynı daha önceki yazılarımda bahsettiğim dizi repliklerinde olduğu gibi). Bunların arasından da en beğendiklerimi paylaşmak istedim.

“Believe in the ideal, not the idol.”

Sanırım en çok beğendiğim söz bu. İdole değil, ideale inanmak. İnsanların tarih boyunca fikirleri değil kişileri takip ettiği gerçeği göz önüne alınırsa, gerçekten çok anlamlı.

“Life is eternal. A lifetime is ephemeral.”

Aslında biraz bariz olanın belirtilmesi gibi ama yine de bizim hayatımız biterken hayatın devam etmesi gerçeğini bir kez daha sade bir şekilde hatırlatıyor.

“Life is hard, yet too short lived.”

Bu da biraz basit gelebilir ama, hayatı çok net bir şekilde özetliyor, hem zor, hem kısa.

“In its world of complete darkness, it has no shadows to fear.”

Biraz iddialı bir söz, ki bu sözde fantastik bir yaratıktan bahsediyor ama, günümüzün ‘kötü adam’ları için de gayet geçerli sanki.

“My only dream is to destroy the nightmares of others.”

Güzel bir söz. Bir psikolog veya psikiyatrın başucu sözü olabilir.

“You’ve lived for her love. Will you not die for it?”

Biraz Türk filmi repliği gibi olsa da aslında kendini bir şeylere adamaya ve bu uğurda her şeyi göze almaya dair hoş bir söz.

“It is not your place to rule. It may not even be mine.”

Herkesin bir yarış içinde olduğu, bir şeyleri yönetmeye çalıştığı bir dünyada aslında geçerli olan durumu anlatıyor. Bir nevi, bu dünya ne sana, ne de bana kalmaz…

6.04.2009

Sandallarımız neşe dolardı

Şarkı sözü yazmak zor zanaat. Yazdıklarınızın hem müzikle uyumlu olması, hem anlamlı olması, hem de kendi içinde tutarlı olması gerekiyor. Yer yer benzetmeler veya başka söz sanatlarının da kullanılması sözleri daha da güzelleştirebiliyor üstelik. Ancak bunlar yapılırken Türkçe dilbilgisi kurallarına da uyulması gerekiyor.

Dinleyici olarak bunları çoğu zaman fark etmeyebiliyoruz. Çünkü bazı şarkılar o kadar güzel veya alışılmış ki, onlarda herhangi bir hata olabileceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Ancak şarkıyı yazanlar da her insan gibi hatasız olmadığı için, bazen en güzel şarkılarda bile yanlışlara rastlanabiliyor.

Örneğin Yesari Asım Ersoy’un sultan-ı yegah makamında bestelediği “Biz Heybeli’de Her Gece” şarkısına bakalım. Şarkının bir mısrası şu şekilde:
“Sandallarımız neşe dolar, zevke dalardık”
Bu mısrada iki özne var, neşe dolan sandallar ve zevke dalan bizler. Ancak cümlenin ilk yarısında fiil için geniş zamanın hikaye çekimi yapılmamış. İki fiil de aynı özne için olsa bu yanlış olmazdı ama iki özne olduğu için fiilin 'dolar' yerine ‘dolardı’ olması gerekiyor.

Ya da sözleri Aysel Gürel’e, bestesi de Onno Tunç’a ait olan Sezen Aksu şarkısı ‘Ünzile’ye bakalım. Orada da şu söz geçiyor:
“Bir su gibi saydam ve sakin”
Aslında buradaki hata es geçilebilir çünkü çok rahatsız edici değil ama yine de belirtmek lazım, su taneyle sayılacak bir yapıya sahip olmadığı için ‘bir su gibi’ tamlaması da doğru değil. Ya ‘bir su birikintisi’ gibi suyun yapısal / şekilsel durumunu belirtilen bir tamlama olmalı ya da başına sıfat eklenmeden ‘su gibi’ olarak kullanılmalı (örn. Emre Altuğ – Su Gibisin).

Yine bir başka Sezen Aksu şarkısı olan ‘El Gibi’de ise Türk pop müziği tarihin en bariz dilbilgisi hatalarından birini görebiliriz:
“Ne bir ses ne de haber gelmiyor artık senden”
Ne – Ne kullanımı zaten cümleyi olumsuz hale getirdiği için, gelmek fiili olumlu kullanılmalı, bu şekilde olumsuz kullanıldığında sözün tamamının anlamı olumlu (senden hem ses hem de haber geliyor) oluyor çünkü. Dolayısıyla ‘gelmiyor’ yerine ‘geliyor’ kullanılmalı.

Kenan Doğulu’nun 'Ara Beni Lütfen' şarkısında da şu sözler geçmekte:
“Umduğum dağlara karlar mı yağdı”
Ummak tek başına anlamlı olmadığı için, dağlardan ne umulduğu da belirtilmeliydi. Mesela 'Medet umduğum dağlara…' şeklinde.

Doğa’nın 'Sakın Sevme Beni' şarkısına bakalım, şöyle deniyor:
“Kabullenip sana düşeni dünyaya bırakmaya”
Burada da neyin dünyaya bırakılması gerektiği belirtilmeliydi. 'Kabullenip sana düşeni, gerisini dünyaya bırakmaya' şeklinde olabilir.

Elbette bu düzeltmelerden bazıları hece ölçüsünü veya kelime uyumunu bozuyor olabilir, ama sırf bir şeyler uysun diye de Türkçe’nin yanlış kullanılmasını doğru bulmuyorum. Her zanaatkar, yaptığını doğru bir biçimde yapmalı, ne kadar zor olursa olsun. Aynı şey şarkı sözü yazanlar için de geçerli.

Bir de elbette pop müziğin kralı (!) Serdar Ortaç’ın şarkıları var ama onun için ayrı bir giriş yazmam gerekecek, çünkü şarkı yazarken yaptığı hataların haddi hesabı yok. Hatta şarkıları gerçekten Türkçe mi o bile tartışılır (Je t'aime ille de Je t'aime, Full İhtişam vs). Ama elbette yazmadan önce çok derin bir araştırma yapmam lazım ki her hatayı bulabileyim. Doktora tezimi bunun üstüne yapabilirim sanırım :)

5.04.2009

Gizli Sevda

Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi...
Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri..
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selâm söyledi.


Behçet Necatigil



Nasıl olmuş da bu şiiri daha önce paylaşmamışım anlamadım. Şiir gerçekten muhteşem; hayatı olduğu gibi kabullenme, beklentiler, elde edilenlerle yetinme, sıradanlık, suçluluk duygusu, eziklik, mahcubiyet, pişmanlık, anılar ve selamlar. Hepsini bu kadar kısa ve sade bir biçimde anlatabilmiş.

Sanki daha şaşalı şiirler yazmak daha zormuş gibi geliyor ama aslında tam tersi bir durum söz konusu. Kocaman kelimelerle büyük duyguları anlatmak daha kolay, çünkü o kelimelerin çoğu zaten tek başkalarına bile etkileyici. Ancak bu şiirde yapılanı yapabilmek, yani en basit kelimelerle en karışık duyguları anlatabilmek, asıl zor olan kesinlikle bu.

İnsanın şiirin son iki mısrasını okuduğunda hissettiği o duygu, içinin acıması, tüylerinin diken diken olması… Gerçekten de harika bir şiir.

2.04.2009

Reokürans

Son senelerde rüyalarımda çok sıkça gördüğüm iki tane mekan var;

İlki bir alışveriş merkezi – metro istasyonu – hava alanı karışımı bir oluşum. Genel iç yapı olarak Akmerkez veya MetroCity’yi andıran bu mekan, amacı itibariyle Cevahir’den bile daha büyük; üst katlar alışveriş merkezi, orta katlar hava alanı, alt katlar da metro olarak kullanılıyor. Rüyalarımda genellikle ya bu mekandan çıkmaya çalışıyorum, ya içerideki bir mağazayı bulmaya, ya da gideceğim yere ait metroya yetişmeye. Ancak genellikle de bunu başaramıyorum. Metroya bineceksem, ya son anda kapısı kapanıyor, ya da yanlış trene biniyorum. Dışarı çıkacaksam veya bir mağazayı bulacaksam, yürüyen merdivenler asla beni istediğim kata çıkarmıyor. Nedense bu mekanın içinde çok fazla asma kat var, ve ben ne zaman istediğim kata gitmeye çalışsam, o katlara değil de altındaki veya üstündeki asma katlardan birine çıkıyorum. Hatta bazı rüyalarda yürüyen merdivenler ya çok uzun, ya da çok karışık (rollercoaster gibi), dolayısıyla sonlarının nereye çıktığını bilmeden onları kullanmaya çalışıyorum ve sonuç hüsran oluyor. Uçaklarla ilgili herhangi bir münasebetim olmadı şimdiye kadar rüyalarda, sadece o sırada bulunduğumun mekanın hava alanı da olduğunun bilincindeydim, o kadar.

İkinci mekan ise çok daha küçük; apartmanımızın asansörü. Onu da elbette gerçekte olduğu gibi görmüyorum her zaman. Bazen dört yanı açık, dengesi bozuk, sallanan, binmesi zor ve her an düşebilecek bir araç şeklinde oluyor. Bazen de kapıları tam açılmıyor. Genellikle ise şekil olarak çok farklı olmasa da, amaç olarak farklı oluyor ve beni istediğim katlara götürmüyor. Ya daha aşağıda ya da daha yukarıda bir kata götürüyor, ve ben de daha fazla denersem bozulur / düşer korkusuyla o katta inmek zorunda kalıyorum. İşin garibi, indiğim kat gitmek istediğim kat olmadığı için merdiven inmem veya çıkmam gerekiyor. Ancak genelde indiğim yer çok karanlık oluyor, ve de merdivenler derme çatma. Ya da o sırada binada inşaat oluyor, ve ben o ortamdan düşmemek için bir yerlere tutunarak, adım adım çıkmaya çalışıyorum. Bazen de asansör en alt kata indiriyor ama, indiğim yer yine darma dağın ve uçurumlarla dolu oluyor.

Biraz durup düşününce, çok da zor değil aslında bu rüyaları yorumlamak. Alışveriş merkezi, çok fazla seçeneğin olduğu karışık bir yer, nereye gideceğini seçmek bile zor. Seçtiğin zaman ise yürüyen merdivenlerin azizliğine uğrayarak istediğin yere değil başka bir yere çıkıyorsun. Metro da aynen öyle, istediğin yere gidemiyorsun yetişmeye çalışsan da, veya doğru trene bindiğini sansan da. Asansör de çok farklı değil, istediğin kata gitmek için düğmeye bassan da, farklı bir katta buluyorsun kendini. O farklı katta da inmek zorunda kalıyorsun, merdivenler her ne kadar derme çatma olsa bile.

Hepimiz hayatta birçok zorlu seçenek arasından bir şeyleri seçip bizi bir yerlere götürsün diye farklı trenlere veya asansörlere biniyoruz. Üstelik gitmeleri için kendimizi olması gerektiği gibi eğitiyor, uğruna çalışıyor ve de belli bir motivasyonla doğru olduğunu sandığımız düğmelere basıyoruz. Ancak bir şekilde kendimizi bulduğumuz yer umduğumuz yer olmayabiliyor. Sanırım benim için de çok kısa olarak gördüklerimin anlamı bu.

Uçaklarla hiç alakadar olmama konusu da çok normal, çok uzak yerlere gitmek içindir çünkü onlar. Uzak yerler de değişimi getirir, ve ben de değişimi hiç sevmem. Dolayısıyla da rüyalarımda o uçaklara binmem.