27.02.2009

Bitkisel hayat

İnsanın her şeye alışması o kadar da iyi birşey değil galiba. Bu haftayı düşünüyorum da, bugün de dahil 5 gün boyunca hiçbir arkadaşımla ne telefonda ne de MSN’de konuşmadım. Belki tek tük iş mailindae konuşmuşuzdur bir iki kişiyle ama o da zaten çok sınırlı bir şekilde. Yalnızca bir akşam kuzenlerime gittim, diğer akşamlar da evde oturup bilgisayar veya TV başında uyuklayarak vakit geçirdim.

Bundan birkaç hafta önce evde durmaya dayanamazken, şu anda artık buna itiraz bile etmiyorum. Benim gibi, insanlarla birlikte yaşayan, onlarla beslenen ve gelişen birini bile bu kadar monoton bir hale getirdi hayat. Zaten böyle bir düzene alıştıktan sonra sevip sevmemeniz de çok farketmiyor, zorunluluktan yaptığınız için duyguların çok da önemi kalmıyor.

İşin garibi bir yandan da kendimi beni aramayan insanlara kızmaktan da alıkoyamıyorum. Ve de bir şekilde benle konuşmadan, görüşmeden, dertleşmeden, eğlenmeden; yani kısaca bensiz de hayatlarına aynı şekilde devam edebilmeleri beni üzüyor. Bu durumda kendimi işlevsiz görüyorum, veya işlevini yitirmiş, yitirdiği için de terkedilmiş.

Tabii ki tezat bu düşünceler aslında, ben kimseyi aramadığıma göre (buna ihtiyaç duymadığımdan değil, bir şekilde zaman bulamadığımdan veya yorgun olduğumdan veya dar vakitlerde birşeyler söylemek çirkin geldiğinden) onların da beni aramaması normal gelmeli, sonuçta demek ki onlar da bir şekilde bu rutine alışıp devam ediyorlar hayatlarına. Ama bu kızgınlık ve kırgınlık hissini de bir türlü atamıyorum içimden. Demek ki hala alışmam ve kabul etmem gereken şeyler var.

Hayatı aslında çok seviyorum. Ama beni bu hale getirdiği için; insanlardan kopardığı, ve buna alıştırıp normal olan buymuş gibi hissettirdiği için nefret ediyorum. Herkesi de bu hale getirdiği için daha da nefret ediyorum. Ve bu durumun bir çıkışı veysa alternatifi olmadığı için de bir o kadar daha nefret ediyorum.

Ne çok nefret kelimesi kullanmışım bir önceki paragrafta... Oysa ki anlamını bile bilmezdim bugüne kadar...

25.02.2009

Denizde bir huzur, bir yorgunluk

Bu aralar çok durgun hayat... Sessiz ve sakin... Fırtına öncesi sessizlik gibi de değil... Daha çok sessizlik öncesi, daha çok sessizlik sanki...

Disiplinsiz ve zaman kısıtlamasız bir yaşam tarzından sonra düzenli ve daha ‘normal’ bir hayata geçişin zorluğu artık bitmiş durumda. Aslında daha ilk haftadan bile alışılmıştı ama yine de biraz zaman aldı belli bir rutinin oturması. Ancak adı üzerinde, oturan şey rutin olunca, ister istemez hayat da kendini o tempoya alıştırıyor ve doğal olarak monotonlaşıyor.

Çok yakın bir zamana kadar şikayet etmekteydim bu durumdan ama artık etmiyorum; etmek istemememden veya memnun olduğumdan değil, başka bir hayat şeklinin yakın bir gelecekte mümkün olmadığını gördüğümden beri.

Bir yorgunluk olduğu kesin bu aralar denizde... ancak huzur var mı ona hiç emin değilim. Huzursuzluk var daha çok aslında, herhangi bir olaydan dolayı değil, genel anlamsızlık ve boşluktan dolayı. İşin insan hayatına anlanm kattığı söylense de aslında oyalanacak standart prosedürler sunmak dışındsa çok birşey yapmıyor. “Gün boş geçer, acaba ne yapsam?” diyen insanlar için iyi bir yol gösterici aslında, en azından hem zamanı değerlendirip hem de bir şekilde içinde bulunduğumuz topluma faydalı olmamızı sağlıyor. Ama bunun sağladığı kişisel tatmin ne kadar o tartışılır; benim için çok değil açıkçası.

Bu yazıyı yazdım ama beğenmedim. Yazmak istediğim bu değildi aslında. Belki bir hikaye veya manzum yazı denemesi yapmak istiyordum ama aklımdan geçenler beni o yoldan alıp bu yola sürükledi. Çok da memnun değilim sonuçtan ama, idare etmeyi, yetinmeyi tercih ediyorum bu yazdığımla. Aynen hayatın geneli için de yaptığım gibi...

“...içelim, içelim bu gece...”

24.02.2009

"Uh-huh!" desem olmaz

Genelde şarkıları orijinal şarkıcılarından dinlemeyi severim. Elbette birçok şarkıcı aynı şarkıları daha yakın zamanda ve gayet güzel söylediler ama çoğunlukla asıl söyleyen daha güzel gelir bana. Bunun elbette bir sebebi orijinalinin gerçekten daha güzel olabileceğidir, diğer bir sebebi de insanın o şarkıyı o belli kişiden ve o spesifik yorumla dinlemeye alışmasından dolayı başka bir kişi ve yorumu aynı derecede beğenememesidir.

Bu duruma istisnalar yok değil tabii. Örneğin Şebnem Ferah’ın Ünzile yorumu en az Sezen Aksu’nun seneler önce söylediği kadar güzel, hatta bence çok daha etkileyici ve büyülü. Veya Hepsi’nin söylediği, zamanında Ajda Pekkan’ın yorumladığı Üç Kalp şarkısı da güzel bir modern müziğe uyarlama olmuş. Bazı örnekler ise vasatın ötesine geçemiyor ne yazık ki. Örneğin Kargo – Sen Ağlama veya Gripin – Dalgalandım da Duruldum, kötü olmasalar bile dinleyiciye çok da farklı tatlar sunmuyorlar, ve genel olarak vasatı aşamıyorlar.

Bir de bazı örnekler var ki, keşke yeniden yapılmasaydı diyorum hem içimden hem de dışımdan. Bunun bence en bariz örneği Duman’ın söylemiş olduğu Herşeyi Yak şarkısı. Bu yorumu beğenen birçok insan olabilir, ama açık söylemek gerekirse ben nefret ediyorum. Öncelikle Duman’ın solisti Kaan sözleri belli ki yanlış anlamış. “Aşk için ölmeli...” diye giden nakarata “Waşk için ölmeli...” diye başladığı için ben neden bahsettiğini anlayamıyorum. Ayrıca şarkının her boş yerinde solist gırtlağından, boğazından ve burnundan garip anırma / öğürme sesleri çıkarttığı için şarkı iyice çekilmez ve dinlenmez bir hal alıyor. Tamam, söyleyenin bir tarzı olabilir, ve yorum da göreceli birşeydir. Ancak şarkı ortasında saçma sapan öğürmek, veya sözleri alenen yanlış okumak ne yorum ne de tarz olabilir. Aynı şey Rafet El Roman için de geçerli sanki... yazdığı şarkılar güzel olabilir ama hala Türkçe kelimeleri düzgün telaffuz edmemesi bence anlaşılacak gibi değil, biraz kasıt varmış gibi hissediyorum ben...

Güzel olanlara dönersek, iki tane yeniden düzenleme var ki, pek tarzım olmamalarına rağmen çok hoşuma gitti. İlki Enbe Orkestrası’nın albümündeki Rakkas yorumu, ikincisi ise Uzay Heparı Sonsuza albümündeki Adem Olan Anlar yorumu. İkisi de Sezen Aksu şarkısı olduğu için beğenmişsin demeyin, yukarıda bahsettiğim örnekte bir Sezen Aksu şarkısının (ki bence Herşeyi Yak en güzel şarkısıdır) nasıl rezil edilebileceğini görmüş olduk. Tarzları hakkında kesin bir bilgim yok ama sanırım R&B veya Hip-Hop tarzı olması lazım. Ben çok beğendim, siz de bu linklerden dinleyebilirsiniz:

http://www.youtube.com/watch?v=xIhgC8MLTH8

http://www.youtube.com/watch?v=lQlI6fTjT8s

Son olarak, dünki müthiş esprilerin cevapları şu şekildedir:

"Kendini sorgulayan çay, hangi yabancı üniversiteye gider?
M.I.T."

"Sezen Aksu 'Sen Ağlama' şarkısını hangi ünlü süper kahraman için yazmıştır?
Örümcek Adam"

23.02.2009

Hayrola..? Karyola..!

Bu hafta Beyaz Show’da gezen bir araba vardı, sanırım her hafta oluyor ama takip etmediğim için ben nadiren görebiliyorum. Neyse, o araba Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ndeydi ve oradaki bir grup genç üçüncü sınıf esprileri yaşatma platformu gibi süper bir resmi kuruluştan bahsetti. Sonra da muhteşem esprileri sıralamaya başladılar. Ben de bunları paylaşmak istedim:

“Kral yaşlanınca ne yapar?
Havlu alıp kurulanır”

“Ugur DünDAR giymişti, bugün geniş giymiş”

“İkinci Viyana Kuşatması neden tamamlanamamış?
Çünkü atacak kuş kalmamış”

“Ben üç raund dayanabildim, Mehmet Ali Birand”

“Dondurmayı kim yalar?
Himalayalar”

“En güzel çay hangi dağda içilir?
Çay barDağı”

Şimdi diyeceksiniz ki bunlar nedir, bunlara kim güler? Açıkçası ben çok güldüm bunları bu şekilde art arda duyduğumda. Buna kim inanır derseniz, elbette Kadir İnanır :) Biraz ihtiyaç, biraz da sinir bozukluğu oldu mu zaten çok kolay gülmek. Ama neyse konuyu ciddileştirmeden devam edelim. Benim de hatırladığım harika şakalar var bunlara benzer. Daha da önemlisi, benim düşünüp üzerinde zaman harcayıp yarattığım bu şekilde şakalar da var. Şimdi lise zamanında büyük sükse (!) yapmış olan bu bilmecelerden ikisini sizinle paylaşmak istiyorum:

· Kendini sorgulayan çay, hangi yabancı üniversiteye gider?

· Sezen Aksu “Sen Ağlama” şarkısını hangi ünlü süper kahraman için yazmıştır?

Cevapları elbette bu yazıda vermeyeceğim, bir sonraki sefere saklayacağım ki sizler müthiş bir merak ve sabırsızlık içinde bekleyesiniz. Elbette doğru cevapları tahmin edip bana bildirebilirsiniz, bilen olursa ödül olarak onlara özel bir espri yazacağım (ki bu motivasyonla gelen cevap sayısı on binlerce olacaktır eminim).

Son olarak, unutmayın ki, gülmek bir lüks değil, ihtiyaçtır.

22.02.2009

Karartı

Başlamadan bitirelim bu yolculuğu
İçimizde kalsın bütün söylenmemişler
Bırak artık bu gereksiz ve boş sorguyu
Bırak da dinlensin biraz yorgun yürekler

Tarifi yok geçen zamanla gidenlerin
Kaybolan dilekler en derinlerde gizli
Zamanında ufka bakıp da gördüklerin
Birer karartı artık, dumanlı ve sisli

Başlamadan bitirelim bu yolculuğu
Gözyaşı akmasın yaşanmamışlıklara
Bırak artık bu sitemkar ve toy sorguyu
Bırak devam edelim bildik yanlışlara

20.02.2009

İtiraf et

Bugün itiraf.com okurken iki tane önemli itirafla karşılaştım, paylaşayım dedim:

CtrAltDel, Erkek, 27, Aydın
Hayatımın son 6 yılını hiçbir şey yapmayarak geçirdim. Her gün öğlene, hatta bazen sabahtan akşama kadar uyudum. Evde bilgisayar başında geçirdiğim vaktin haddi hesabı yoktur. İnternetten kazandığım ufak tefek paralarla hayatımı sürdürdüm. Hiçbir şey yapmadan yaşamak o kadar güzel ki! Şimdi diyorum ki, devlet bana ufak bir maaş bağlasa ve ben paso yatsam. Kendi karnımı doyursam, ihtiyaçlarımı karşılasam yeter. Ben bu haldeyken ve bu hayat o kadar güzelken, çalışma hırsına bürünen insanları anlamıyorum ve ahmak olduklarını düşünüyorum. Varsın bana serseri desinler...

dergisahibi, Erkek , 27, İstanbul
Ben de hayatımda 1.5 yıllık bir dönemi hemen hemen bu modda geçirdim. Hiç bir şey yapmadan kendi kendime biraz fazla yeten bir gelirim vardı, mesai mefhumuyla çalışmak zorunda değildim, işlerim zaten yürüyordu. Tam 1.5 yıl evde inzivaya çekildim, bol bol kitap okudum, yazılar yazdım, gezdim-tozdum, hovardalık ettim ve bir de kitap yazdım yayınlattım bu arada. Hiçbir şey yapmamış gibi durarak, çok şey yaptım, üstelik de inanılmaz derecede huzurluydum. Şimdi işimin başına geri dönmek zorunda kaldım, gelirim belki arttı ama huzurum kaçtı, kendime ayırdığım zamanlar, ödüllendirmeler gitti, daha çok iş yapıp daha çok şey başarsam da o 1.5 yılın keyfini alamıyorum hayattan.

Doğruyu söylemek gerekirse bu itiraflara katılıyorum. Gerçekleşebilecek birçok akademik başarıyı gördüm; iş hayatında da çok yeni olsam da çevremdeki, hayatları iş üstüne kurulu olan ve bu uğurda geçip giden insanlardan, oradaki başarının bedelini de gördüm. Aynı zamanda akşama kadar uyumanın ve sabahlara kadar dizi izlemenin, oyun oynamanın ve gezip tozmanın keyfini de biliyorum. Ve (en azından şu an için) çok net söyleyebilirim; hiçbir başarı, hayattan alınan keyiften daha güzel, kendine ayırılan zamandan daha değerli değil.

İtiraf ediyorum, ben de boş yaşamak istiyorum...

19.02.2009

Vardır elbet bir sebebi

Müzik dinlerken bir yandan da kendi kendime eşlik ediyorum. Toplu bir alanda dinlerken fısıltı halinde olan bu eşlikler, arabadayken hafifçe mırıldanmaya hatta söylemeye ulaşabiliyor, tabii arabada yanımda biri varsa. Eğer yoksa, bazı zamanlarda bağıra çağıra şarkı söylüyorum ben de radyodaki şarkıcıyla beraber. Eğer beğendiğim bir şarkıcıysa, kendi TV programımda onunla düet yaptığımı hayal ediyorum. Dolayısıyla da onu tamamlayacak şekilde (üst veya alt oktavından, veya ikinci sesten) söylüyorum.

Çok uçuk hayallerim olmadı hiçbir zaman yaptığım herhangi bir iş konusunda. Elbette her konuda en iyisini yapmaya çalıştım ama bunu asla dünyanın en iyisi ruh haliyle yapmadım. En büyük hayalimi sorduklarında ise, Rumeli Hisar’ında bir konser vermek olduğunu söyledim, hala da öyle söylüyorum zaten. Bugün, bir yandan müzik dinleyip bir yandan çalışırken, bir yandan da bunlar geçiyordu aklımdan. Ne yaptığımı, aslında ne yapmak istediğimi, ve o istediğimi neden yapmadığımı düşündüm.

İnsan isteyince çok sebep bulabiliyor tabii ama kesinlikle en büyük sebebi korku. Ne yapmak istediğim konusuna açıklık getirelim ama önce; isterdim ki meslek olarak şarkıcılık yapayım, Levent Yüksel gibi, Yeni Türkü gibi veya Ezginin Günlüğü gibi, kolay dinlenen ve güzel şarkılar söyleyeyim. Bu hayali biraz daha geliştirirsek, bir tane talk show programım olsun. Candan Erçetin’in yaptığı program gibi sanatçılar gelsin ve hem sohbet edelim hem de düet yapalım, ama sohbetler o programdakinin aksine biraz daha Beyaz Şov gibi olsun, daha eğlenceli ve içten, daha doğal yani. Elbette programa katılacak insanlar da, sanatçıyım diye gezinip sanatın ne olduğunu bilmeyenler değil, cidden bu işe emek verenler ve kazandıklarını hak edenler olsun.

Evet belki çok yeni veya var olmayan bir konsept deği ama, yapmak istediğim bu aslında. Bu yenilik konusu benim için her zaman bir sorun oldu, özellikle de müzik konusunda. Piyasaya çıkmak isteyen herkes farklı birşeyler yapmak istediğini söylüyor. Ben ise tam tersine, var olanı yapayım, ama en iyisini yapayım diyorum. Açıkçası, şu anda dinlediğimiz müzik her ne kadar tanıdık ve bildik olsa da kalite olarak çok daha yükselebileceğini düşünüyorum. Bu yüzden de ben, o kaliteyi yakalayıp, aynı olsa da bilinen bu müzikleri yapmak istiyorum, ne de olsa piyasadaki benden başka herkes ‘farklı’ birşeyler yapıyor olacak bu durumda. Yazdığım şarkılar için de aynı şey geçerli, amaç farklı olmaları veya gidilmemiş yerleri keşfetmeleri değil; aynı yolculukları bir daha ama farklı güzelliklerle yaşatmak insanlara. Yani kısaca ana amacım orijinallikten ziyade nitelik.

Tabii bunlar ben bu mesleği yapsaydım düşünüp gerçekleştirebileceğim (veya gerçekleştiremeyeceğim) şeyler olurdu. Gerçeğe döndüğümde görüyorum ki, yaptığım şey, bilgisayar başında oturup Excel, Word ve PowerPoint arasında mekik dokumak, ve müziği sadece yarım yamalak dinlemek. Peki o zaman neden bunu yapıyorum..?

18.02.2009

Sessizlik

Sarılmamışsın sessiz gecelerinde birine
Soyunmamışsın kendinden başka kimseye
Belli ki yalnızsın
Çiçeklerin var saklı bahçende... darmadağın

Dilediğin gibi sevememişsin kimseyi
Üzülmekle yetinmişsin
Dilinin ucundaki kelimeler içine akmış
Çürütmüş dişlerini

Kimseye sana ne diyememişsin
Herkes seni yüksek sesle söverken
Kimseye bana ne diyememişsin
Herkesten çok senin için ağlarken

Kaybetmemek için kaybetmiş
Kazanmak için yitirmişsin
İsyan etmek için susmuş
Söyleyeceklerini dilinde bitirmişsin.

17.02.2009

Çünkü o zaman umut vardı

Fanatik bir şekilde Amerikan dizileri izleyenlerdenim ben de. İşe başlamadan önce sabahlara kadar izlerken, artık çok daha sınırlı vakitlerde izleyebilsem de, yine de elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum, en azından çok sevdiğim dizileri.

Bir başka yazıda elbet hangi dizi güzel, hangisi değil, ve bunların nedenlerinden bahsederim, ama bu yazıda dizilerden yakalayabildiğim birkaç güzel söze değinmek istiyorum.

“In your quest to find yourself, you lost me”

Hepimiz kendimizi bulmak için bazı yolculuklara çıkıyoruz, doğru. Ancak bu süreçte fark edemediğimiz kadar egoist ve bencil olabiliyoruz. Zaten normalde dünyanın etrafımızda döndüğünü sanarken, bir de kendimiz adına böyle bir serüvene daldığımızda, evren bile hedefimizin yanında küçük ve anlamsız kalıyor. Aslında herkesin kendine ayırmak istediği zamana saygım sonsuz, ancak bana öyle geliyor ki çoğumuz, kendimizi bulmak için yalnız olmamız gerektiği illüzyonunda kayboluyoruz o yolculukta ilerledikçe. Önümüzü görmek için arkamızda bıraktıklarımızın önemini, geri dönmek için çok geç olduğunda anlıyoruz belki de. Daha önce de bahsetmiştim, insanın kendini keşfetmesi çevresindekilerle de ilgili bir şey; yanlış zaman ve mekanlarda öze dönüş yolculuğu genellikle çıkmaz sokaklara varabiliyor. Bir de şunu fark etmek lazım, elbette insan doğduğu kadar yalnız çoğu zaman, ama yolculuğun sonunda bulduğu kendisini, başkalarıyla paylaşmadığı sürece de, bulup bulmamasının çok bir anlamı yok. Çünkü bazen, bir kişi bile değil insan yalnızken. *

David: “We've been clutching so desperately to the past, and for what?”
Ruth: “Because that's when there was hope”

Geçmişin emanetlerine sıkı sıkı sarılıyoruz çoğu zaman; dışarıdan bakan birine hiçbir anlam ifade etmeyen şeyleri saklıyoruz anı olsun diye. İlk bakışta özlenen; küçük olmak, çocuk olmak, genç olmak. Elbette bunların ardında asıl özlenen, özgür olmak, mutlu olmak, ölümsüz olmak. Hepimiz ölümsüz olduğumuzu sanıyorduk eskiden; sonsuz hayallerimizi gerçekleştirmek için bitmek tükenmek bilmeyen bir ömür vardı önümüzde. Ancak zaman, biz büyüdükçe hızlanırcasına daha çok engel koymaya başladı yolumuza, ve onları aşmak için de daha dar vakitler. Zorlandıkça kir tuttuk, ıslandıkça paslandık, ve nihayetinde, tüm kırık ve çürüklerimizle birlikte yürümeye devam ettik. Hayata tutunmak ve gelecek için adımlar atmakta değil asıl sorun, onlar zaten bir şekilde zorunlu olanlar. Asıl kaybolan, bir zamanlar içimizde büyüttüğümüz, ve büyüdükçe de kırıklarımızdan akan, sonunda da avucumuza titreyerek sığınan umudumuz. İşte bu yüzden geçmişe sarılıyoruz, çünkü o zaman umut vardı.

* “Bir kişi bile değilim yalnızken” cümlesini yazan ekşisözlük yazarına saygılarla.

Bu His

Dağıldı rüzgarla bu yorgun bulutlar
Yandı güneşin yüzü sıcak ve kedersiz
Sunar gibi sanki sahte mutluluklar
Kalbe kazınan bu his hüzünlü ve yersiz

Tutması zor devası olmayan zamanı
Hesabı yok kırdığı kalplerin bu selin
Geldiği gibi gider, kaçırırsın anı
Keşke elimde olsaydı o anda elin

Dağıldı rüzgarla bu dargın bulutlar
Yandı yüreğin özü sıcak ve kederli
Arar gibi sanki sahte mutluluklar
Kalbe inmeydi bu his, severdi hayali...

16.02.2009

Boğaziçi'nde bir rüya

Bugün öğle yemeği arasında üniversitedeydim. Bir hocayla görüşmeye gittim bazı konular hakkında. Zaten daha üniversiteye girer girmez ortamı özlediğimi anladım; garip, hafif karlı havada açan güneşin altında boğaz manzarası gerçekten harikulade gözüküyordu. Hocayla görüşmenin bir kısmında da yüksek lisans zamanları konusu açıldı, ve ben şu anda bir yandan o anları düşünürken bir yandan da bu yazıyı yazıyorum.

Üniversitedeki 4 senem benim için çok da süper geçmedi açıkçası, ilk iki sene 13. tercihime girmenin vermiş olduğu üzüntü ve yatay / dikey geçiş hayalleri (kabusları daha doğrusu) arasında geçip gitti zaten. Son iki sene daha rahattı elbette ama, okulun modern binaları ve lüks sosyal ortamında ben çok da fazla kendimi bulamamıştım. Okulda ders bittiği an eve dönmekti her gün yaptığım yegane aktivite.

Oysa yüksek lisans bunun tam tersiydi. Garip bir şekilde, her biri en az bir diğeri kadar akıllı, ama bir yandan da birbirinden çok farklı insanların bir araya geldiği bir sınıftaydık. Okulun eski binaları, doğayla iç içe oluşu, müthiş boğaz manzarası ve oturup / yatıp keyif yapmalık geniş çimlerinin önemi her ne kadar azımsanamayacak derecede olsa da, asıl olay elbette ki insanlardaydı. Bu iki sene benim için (ve tahminimce sınıfın 95%’i için) o kadar güzel geçti ki, buraya ne kadar yazsam, ne kadar anlatmaya çalışsam boş gerçekten. Üniversitede ne zaman eve döneceğim diye düşünürken, yüksek lisansta her gün henüz eve dönmek için çok erken diye düşünmemin sebebi de buydu zaten.

İnsanın kendini bulması kesinlikle çevredekilerle de çok alakalı. Yanlış ortam ve zamanda insan, her ne kadar pozitif özellikleri olursa olsun, doğru yönlendirilmediği ya da beslenmediği için kendini bulamıyor. Kendini bulmak derken, bahsettiğim çok felsefi ve içsel durumlar değil; yalnızca olduğu ortamda bulunmaktan mutlu olmak ve hep bu şekilde devam etmesini istemek işlerin. Benim için de bu zaman 2006 – 2008 seneleriydi; bu iki senede kendimi hiç olmadığım kadar çok eleştirdim, yargıladım, gerektiğinde değiştirdim ve çoğunlukla da savundum, yani, nihayetinde, kendimi bulma yolunda önemli adımlar attım.

İlk bakışta aslında bu çok pozitif bir durum gibi gözüküyor, ancak bu iki seneyi yaşarken unuttuğum(uz) bir şey vardı, o da bu iki senenin bitecek olduğu ve o bitişin sonunda gerçek hayatın başlayacağıydı. Elbette yaşanan her hayat ve deneyim gerçek ama, öğrencilikten çalışan durumuna geçmek, bir nevi rüyadan gerçeğe dönmek gibi bir şey. Bu geçiş yaşanan rüyanın niteliğine de bağlı biraz. Rüya ne kadar güzelse, gerçeğe dönüş de o kadar zor oluyor. Benim için öyle oldu en azından; o kadar muhteşem geçen iki seneden sonra yaşayacağım şey, gireceğim yer, bulunacağım ortam ne olursa olsun daha kötü olmaya mahkumdu, öyle de oldu zaten.

Şimdi geriye dönüp baktığımda, iyi ki böyle güzel iki sene geçirmişim diyorum. O iki seneden kazandıklarım, akademik bilgi olarak yeterli olsa da, kişisel gelişim, dostluk ve geleceğe umutla bakma anlamında paha biçilmezdi.

En büyük derdimizin bir sonraki organizasyonun yer ve zamanını seçmek olduğu o günleri çok özlüyorum.

Kadehimi, hala görüştüğüm ve her zaman görüşmeye devam edeceğim, o güzel sınıfın güzel insanlarına kaldırıyorum.

15.02.2009

Büyülense yeniden dünya

Bir şekilde olayların var olan durumu değiştirip daha güzel hale getirmesini bekliyorum. Bir nevi mucize ümidi aslında benimkisi. Şu an var olan durum iyi veya kötü olduğundan da değil, yalnızca elimdekinin değerini bilmeme belirtisi.

İş yaşamına başlarken birçok kişiden “Kısa sürede alışırsın” sözünü duymuştum. Aslında bir anlamda teselli olarak söylenen bu sözün ben zaten başından itibaren bilincindeydim. En büyük kayıplara bile alışan insanın, iş yaşamı gibi bir rutine alışamaması zaten mümkün değil. Ancak benim sorguladığım, bu düzene alışmanın gerçekten gerekli olması veya olmaması durumu. Zamanında toplumlar monarşik düzenlere veya tiranilere de alışmış sonuçta, ancak bu o düzenlerin doğru olduğu anlamına gelmiyor. İş yaşamı da bana öyle geliyor ki, zorunluluktan ibaret bir düzen getiriyor.

“Alışmak sevmekten daha zor geliyor”

Biraz arabesk bir geçiş oldu ama, tam tersi bir durum geçerli aslında iş hayatı için, alışması kolay, sevmesi çok zor. Hatta sevmek gibi bir durum imkanlı mı ona da henüz emin değilim. İşe başlamadan önce boş vaktin çokluğundan yakınan insan, işe başladığında da bu vaktin azlığından yakınıyor. Bu durumun başlıca sebebi, iş hayatının kişisel zamanı çok büyük ve dengesiz bir ölçekte sömürmesi. Bu yüzden de kişinin kendine ayıracak zamanı kalmıyor. En azından ben bu aralar öyle hissediyorum. Öyle bir his ki bu, var olan her dakikayı kendine ayırmak istiyor insan, ve neyi yapmayı seviyorsa onu yapmak istiyor sadece. Bu yüzdendir ki istememe rağmen spora başlayabilmiş değilim, ve de uyumaktan ve gezmekten, şan dersine de bir süredir gidemiyorum. İşin zorlayıcı yanı, sürece her ne kadar alışmaya çalışsam da bir yandan devamlı “daha başka, daha güzel, daha özgür bir hayat olmalı” diyorum içimden. Sonra da bu tarz bir hayatın var olma olasılığını düşünüp, düşünmekten vazgeçiyorum, çünkü piyango çıkmadıkça çok da mümkün değil böyle bir gerçeklik.

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya”

Öyle oldu galiba. Hırslarımızla, gururumuzla ve rekabet anlayışımızla çocukluktan kalan bütün saflıkları harcadık, geriye, amacı yalnızca ilerleyip yükselmek, ve bu uğurda ardında kalanları gözetmemek olan bir yaşam kaldı. Üstelik çevremizdeki herkes bu şartlarda ve anlayışta olduğu için, hırslarımız çoğunlukla tatminsiz kalıyor; herkesin bu kriterlerde başarılı olması mümkün değil çünkü. Dolayısıyla da daha küçük başarılara yönlendiriyoruz kendimizi. Hele ki bir de o durumlarda da başarısız olunursa, insanın iyice siniri bozuluyor. Bu yüzdendir ki anlamsız bir bilgisayar oyununda bile yenilince, yenildiğim kişi bir arkadaşım olsa bile, ne kadar belli etmemeye çalışsam da, sinirlerim bozuluyor; ne yenilmeye, ne de kaybetmeye tahammülüm kalmamış bu aralar.

“Bir karanfil, yağsa yağmur, büyülense yeniden dünya”

Bu günlerde çok yağmur yağıyor, güzel de yağıyor aslında ama, henüz eski büyüsünü geri kazanmadı dünya benim için. Kararsızlıklar, zamansızlıklar, endişeler ve kıskançlıklar arasında geçen günleri sayabiliyorum yalnızca. Galiba bir süre daha bekleyeceğim o tılsımın geri dönüşünü…

14.02.2009

Sevgililer Günü

Bugün dışarı çıktığımda gördüm ki herkes sevdiği birisine bir şeyler alma telaşında. Çok da anlamsız bulmuyorum aslında bu durumu, genelde sevdiklerimize (ailemiz, dostlarımız ve sevgilimiz) onları sevdiğimizi kelimelerle o kadar nadir ve az anlatıyoruz ki, bu tarz bir günün olması belki de bizim için çok iyi; söylemek istediği sevgileri olup da söyleyemeyenler için gerçekten özel bir gün çünkü.

Birçok koşul ve durumda sevdiğimiz insanların bizi sevdiğini varsayıyoruz. Aynı varsayımı bizim onlara olan sevgimiz için de yaptığımız için, çoğunlukla hissettiklerimizi dile getirme gereği duymuyoruz genellikle. Hatta toplumda öyle bir yapı ve anlayış var ki, sevgi sözcüklerini olduğundan daha da kutsal hale getiriyor, ve bir nevi tabulaştırarak kullanımını en aza indiriyor. Birçok insanı “ben seni seviyorum demem öyle herkese, anlamı kalmıyor o zaman” derken duyabilirsiniz. Elbette insan önüne gelene seni seviyorum desin gibi bir düşüncem yok, ama bu “sakla samanı gelir zamanı” anlayışı ile öyle hayatlar geçiyor ki bu kelimeleri kullanmanın nasıl bir his olduğunu bile unutuyoruz. Neden? Çok mu değerli kelimeler bunlar? Aslında değil, değerli olan bizim sevgimiz. Ve biz bunu söylemedikçe de bir şeyleri varsaymaya, varsaydıkça da hiçbir şeyden emin olamamaya mahkumuz.

Bu durumu daha net açıklamak için şu örneği vereyim; lise zamanında doğum günüm yaklaşırken Türkçe hocamız sınıftaki herkesten sırayla beni sevdiklerini söylemelerini ve sonra bunun nedeni açıklamalarını istemişti (sevgi bombardımanıydı bu aktivitenin adı). Elbette bir sınıftaki her insan beni sevemez, seven de aynı sevemez, dolayısıyla en başta bu tarz bir hareketin ne kadar doğal olabileceği hakkında şüphelerim vardı. Ancak süreç tamamlandıktan sonra belki de yüzümden saatlerce atamadığım bir gülümseme getirmişti o mutluluk, hem de gerçek bir mutluluktu bu. Açıklaması çok basit; kadın erkek, genç yaşlı herkesin bu sözcükleri duymaya ihtiyacı var. Ben de duyunca doğal olarak çok mutlu oldum.

Elbette bu yaş ve cinsiyet konusu da çok önemli. Büyüklerimize her zaman saygı duymamız öğretilir bize, duymalıyız da zaten, ama bu saygı asla onlarla aramıza mesafe koyacak kadar resmi olmamalıdır. Ben mesela dedeme bile siz demem sen derim, bunun saygısızlığımla bir alakası yok, kendimi yakın hissettiğim ve sevdiğim birine neden siz diyeyim ki? Hitabetten başlayıp selamlamalara ve hatta bayram kutlamalarına yansıyan bu mesafe, nesiller büyüdükçe sevgiye daha aç olmalarıyla sonuçlanıyor. Her yeni nesil “ben çocuğuma böyle davranmayacağım, devamlı sevgi göstereceğim” şeklinde kişisel temennilerde bulunsa da, armut dibinden çok da uzağa düşmüyor ve üç aşağı beş yukarı o neslin de anne babalığı bir öncekine benziyor. Bir de elbette cinsiyet konusu var; erkekler duygularını belli etmez saklar, duygular kadınlar içindir gibi bir önyargı var. En fazla ne olur; bir erkek diğerine kızdığında üzüntüsünü “olmadı kanka” diye belirtir ve uzatmaz. Ayrıca erkekler ağlamaz, canları acımaz ve kırılmazlar.

Bu anlayışın en abartı halini geçen kış apartman görevlisiyle konuşurken yaşadım. Çok soğuk olmasına rağmen kaloriferler yanmıyordu, ben de görevli geldiğinde neden yanmadığını sordum. Cevap olarak “Delikanlı adam üşümez” cümlesini duydum. Pes doğrusu dediğim an da oydu zaten. Neyse ki Çağan Irmak ve filmleri var da erkekler da artık özgürce ağlayabiliyor, en azından sinemalarda.

Çok uzatmak istemiyorum aslında ama konu çok önemli. Lise son sınıfta ben de bu konuda bir sunum yapmıştım aslında, sınıfta çok sevdiğim birçok arkadaşım vardı ve sunumda sevgiyi söylemenin ve göstermenin ne kadar önemli olduğunu vurguladıktan sonra hepsine “sizi çok seviyorum” demiştim. Hocamız ise tahmin ettiğimden daha çok etkilenmişti. Meğer o da annesiyle kavgalıymış zamanında, ve aralarındaki sorun çözülemeden annesi vefat etmiş. Tabii ki bu örnek her zaman geçerli olmayabilir, ama şunu unutmamak lazım, bugün yanımızda olan insanlar, aile, dost veya sevgili, yarın yanımızda olmayabilirler, olamayabilirler. Vakit geçmeden, doğru anı beklemeden, anlamını kaybetmesinden korkmadan hepsine sevdiğimizi söylememiz lazım. Çünkü güzel giden ve hep böyle gideceğini düşündüğümüz hayat ani dönüşlerle bizi savurup yere düşürebiliyor. Böyle durumlarda bizi yerden kaldıracak olanlar da yine sevdiklerimiz, dolayısıyla onlara değerlerini, bizim için ne ifade ettiklerini ve dünyanın aslında onlarsız ne kadar boş ve anlamsız olacağını elimizden geldiğince söylememiz lazım.

“Bu dünyaya sevmeye geldim, eşi dostu görmeye geldim…”

Gerçekten de öyle, en azından benim için. Sevdiklerimden daha önemli hiçbirşey yok bu hayatta ve inşallah da hiçbir zaman olmaz. Zaten onlar da olmasa, bu hayat yaşanmaz.

Sözlerimi, Behçet Necatigil’den bir şiirle bitireceğim bugün. Benim burada uzun uzun yazdıklarımı birkaç satırda harika bir şekilde özetlemiş kendisi.

Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı
...

Hepinizin 'Sevgi'liler günü kutlu olsun…

13.02.2009

Başlarken

Bugün yazmaya başlamak için güzel bir gün. Yeniden yazmaya başlamak için aslında. Günlük tutmayı da blog yazmayı da defalarca denedim daha önce ama bir türlü beceremedim. Kendi kendime koyduğum şekilcilik sınırlarımdan öteye bir türlü geçemiyorum; cümleler zihnimden özgürce aksa da yazarken kendi kendilerini koşullayıp belli önyargılı formlara dönüşüyorlar. Bazen kafiye olmadan yazamıyorum, hece ölçüsünü tutturmadan yapamıyorum. Ya da illa bir uyum arıyorum dilimde, çıkan her kelime kusursuz olsun istiyorum. Daha iyi, daha güzel yazmaya çalıştıkça da yazamıyorum, çünkü yazdıkça hata buluyorum, beğenmiyorum. Beğenmedikçe de yazmıyorum.

“Korkar durur gitmez köyün en son çitine, inanır o sınırda dünyanın bittiğine...”

Doğrudur, eğitim insanı özgürleştiriyor. Ama aynı zamanda özgürlüğe de bir bedel koyuyor, yüksek beklentiler ve hata yapma korkusu. Daha önceki yazma denemelerimde yaptığım hatayı şu an az çok anlıyorum; hep başkaları okuyacak diye kendim gibi değil de onların beğeneceği gibi yazmaya çalıştım. Zaten günlüğün amacı aslında insanın kendisi için olduğundan, işin özünü kaçırdım. Ve de sonuçta yazılıp silinen yazılar ve bloglardan başka birşey kalmadı elimde. Bu sınırları yavaş yavaş da olsa aşmak lazım, kendimizi çevrelediğimiz çitlerin ötesinde de biryerler ve birşeyler olduğunu farketmek gerek. Elbette korkutucu, riskli ve hatta tehlikeli belki de, ancak biz yerimizde durdukça, güvende olsak da ilerleyemiyoruz.

"İstersen hiç başlamasın, bu hikaye eksik kalsın, onca yaraların ardından, yeni bir aşk yaratamazsın..."

Dolayısıyla bir başlangıç yapayım dedim. Umarım sonunu getiremesem de bir süre devam edebilirim.